Bu yazıda köylerimizdeki eski evlerden hayal meyal gözümün önüne gelen kesitleri aktaracağım. Aradan uzun yıllar geçtiği için mutlaka eksik kalan ya da yanlış hatırladıklarım olabilir. Affola… Öncelikle şunu belirtmeliyim ki şu anda köylerimizde içinde birkaç kişinin yaşadığı yahut sahiplerinin bir kısmını şehre, çoğunu da dâr-ı bekaya yolcu eden yarı ahşap yarı tuğla malzeme ile yapılan evleri kastetmiyorum. Anlatacaklarımın bir kısmı onlarda da mevcuttur. Ancak benim kastettiğim onlardan da öncesine ait tamamen ahşap evler.
Bu evler dış dünyaya ön cephelerinden tamamen ağaç bir merdivenle açılıyordu. Dışarıdan rahatlıkla görülen bu merdivenin başladığı yerde basamakların boyu kadar genişçe parlak bir taş bulunur, ilk basamak kare ve dikdörtgen şeklindeki bu taşın üzerinden başlardı. Halk ağzıyla “mertmen” ya da “merdimen”in son birkaç basamağı, evin insanlarının yaşadığı bir kat yükseklikteki binanın ana kapısına yakın birkaçı dışarıdan görünmezdi. Binanın ana kapısından girip çıkan insanların dışarıdan görünmemesi için evin dış cephesini kaplayan tahtalar buraya kadar uzatılır, böylelikle mahremiyeti sağlayan tahta bir perde oluşturulurdu. Az da olsa bazı evlerde sözünü ettiğim merdiven içeride bulunabiliyordu.
Evin ana kapısından girildiğinde “hayat” denen, bugünün salonlarına eşdeğer kabul edebileceğimiz ortak yaşama alanına girilmiş olurdu. O zamanın geniş ailesinin özellikle havaların soğuk olmadığı zamanlarda, bahar ve yaz aylarında bir araya geldiği “hayat”, adını bu ortak yaşama olgusundan almış olmalı. Çünkü her türlü yeme içme, günün muhasebesi dahil her türlü sohbet burada yapılır, bir sonraki gün yapılacaklarla ilgili olanlar dahil her karar burada alınırdı. Geniş aileyi oluşturan çekirdek ailelerin bütün fertleri kendi odalarına çekilene kadar büyükleriyle birlikte burada hayatı paylaşırdı. “Hayat”ın bir bölümünde o yılki hasatın ürünü olan buğday vb. zahire çuvalları bulunurdu. Bazı evlerde tek tek çuvallar yerine özel dikilmiş dev birkaç çuval bulunurdu. Çocukluğumuzda büyüklerimiz bu çuvallara yaslanmamamızı tembihler, aksi takdirde kaşıntı başlayacağını söylerdi. Hakikaten de bazılarına, yanlış hatırlamıyorsam “kapılca” denen hayvan yemi dolu çuvallara kolumuz ya da bacağımızın açık bir yeri değdiğinde dayanılmaz bir kaşıntı başlardı.
“Hayat”ın döşeme tahtalarının belirli bir yerinde bir insanın sığabileceği genişlikte, alt kata açılan bir bölme ya da yatay kapı bulunurdu. Çocukların açamaması için özellikle ağır ağaçlardan yapılan bu kapı sayesinde binanın dışına çıkmadan, dışarıdan dolanmadan hayvanların bulunduğu, ayrıntılarını daha sonra anlatacağım zemin katına inilirdi. Özellikle soğuk kış gecelerinde bu kapı çok işe yarardı.
“Hayat”ın bir köşesinde de “ekmek çiti” denen, üzeri mutlaka bir sofra bezi ile kapalı, geniş tabanlı bir küfe bulunurdu. Genellikle haftada bir gün yapılan köy ekmekleri burada saklanır, sofra kurulduğunda ya da ihtiyaç hâlinde alınır, sonra üzerleri tekrar kapatılırdı. Yemekler genellikle ıhlamur ağacından yapılan büyük, yuvarlak yer sofralarında on- on beş kişi birlikte yenir, bu sofralar yeterli olmadığında çocuklar için onun yanında daha küçük sofralar kurulurdu. “Sini” de denen bu büyüklü küçüklü sofraların kurulup kaldırılması yahut eksik kalan bir şeylerin kolayca alınıp getirilebilmesi için olsa gerek, evin mutfağı da diyebileceğimiz “çanaklık”, ayrı bir oda olarak değil “hayat”a açık bir biçimde tasarlanmıştı. Çanaklığın bir köşesinde tahta bir ızgaranın üzerinde “su bakırları” bulunur, su oradan halkın deyişiyle bakır “naştapa” (maşrapa) veya kulplu bir tas ile alınırdı. Bakırların üstü bir tahta ile kapatılırdı. Bazı evlerde çanaklıkta göz hizası yüksekliğinde dışarıyı gören bir de küçük pencere bulunurdu.
“Çanaklık” yemek öncesinde ve sonrasında ellerin yıkandığı “lavabo” vazifesi de görürdü. Burada özelikle belirtmek gerekir ki, sözünü ettiğimiz çanaklık lavabo olarak sadece el yıkamada kullanılır, oraya sümkürülmez, tuvalet ihtiyacı sonrası el yıkama işinde aslâ bu lavabo kullanılmazdı. Bu ihtiyaç için herkesin kullanımına açık, kapısı “hayat”ın uzak bir köşesine iliştirilmiş bir tuvalet-banyo yani “helâ” ya da “ganat yanı” vardı.
“Hayat”ın bir köşesinde de “unluk” olurdu. Değirmenden getirilen un çuvallarının bulunduğu bu bölme için bazı evlerde iki odanın arasındaki dar alanlar kullanılırdı. Evin kadınları un eleme işini diğer yerlerden biraz daha uzakta bulunan bu alanda yapar, dolayısıyla “hayat”ın ortak alanlarında bulunan evin diğer bireylerinin üzerine un bulaşmazdı. Yeterli büyüklükte ise hamur yoğurma işi de burada yapılırdı. Köylerimizin eski hayat tarzında bugünün kahvaltılarının vazgeçilmezi olan çay bulunmadığı için hemen hemen her sabah bu unluktan alınan unlarla hamur yoğurulup kesilmek suretiyle “mıntı çorbası”, “kesme çorbası” vb. çorbalar yapıldığından, “unluk” evin sık kullanılan bir yeri idi.
Kandıra’nın köy evlerinde çoğunun “hayat”ının bir köşesinde de “düzen” bulunurdu. Ev mimarisiyle doğrudan ilgili olmasa da evin demirbaşı sayılabileceğinden, onu da kaydetmeden geçmek uygun olmaz. Çoğu evde küçük bir oda büyüklüğünde yer işgal eden “düzen”, âdetâ “hayat”ın bir parçası idi. Annelerimiz, teyzelerimiz, gocanalarımız bu ayaklı dev düzeneğini kullanarak kilim ya da bez dokurlardı. Bugün Kandıra kültürünün öne çıkan unsurları olan “Kandıra bezi”, “aynalı kilim” ve diğerleri, bu “hayat” fabrikalarında dokunurdu.
Son olarak şunu da belirtelim ki çoğunlukla “hayat”ın tavan tahtaları bulunmazdı. Evin kalın ahşap direklerine (bugünün ifadesiyle kolonlara) sırtını dayayarak ayaklarını uzatıp oturan büyüklerimizin oturduğu yerden evin çatı malzemesini taşıyan yatay ağaç direkler yani kirişler görünürdü.
Kandıra köy evlerinin hepsinin kapıları “hayat”a açılan tavanları sanatkârane işlemeli tahtalarla süslü odalarını ve eski evlerimizin diğer bölmelerini bir sonraki yazıya bırakalım…
Kenan abi her yazında beni babaanneme, dedeme eski bayramlarda köydeki evde yaşadığım anılarıma götürüyorsun teşekkür ederim çok değerli şeyler bunlar benim için