Önceki yazımıza Kandıra’nın en eski köy evlerinin kiminde dışarıda kiminde içeride bulunan “mertmen” ya da “merdimen”i (merdiveni) ile başlamış; sonrasında “hayat”, “çanaklık”, “unluk” gibi bazı bölmelerini anlatmıştık. Çocukluğumuzun köy evlerini. Kaldığımız yerden devam edelim:
Köylerimizde hayat dört mevsimin üçünde “hayat”ta, kışın ise “içee”de geçerdi. Bu kelime “içeri” sözünün Kandıra ağzındaki biçimi. Evin ana oturma odasıdır “içee”. Ailenin en büyüklerine aittir. Varsa “gocana” ve “gocaba”nın (büyükanne ve büyükbabanın), onlar yoksa anne ve babanın bugünün ifadesiyle şömineli, o zamanın deyişiyle “ocaklı” yahut “ocaklıklı” odası. Gün boyu “ocaklık”ta ateş yandığı için sıcaktır geceleri de. Evin daha sonra anlatacağım diğer odaları gibi soğuktan buz kesmez. Sıcak yer büyüklerin olmalı, öncelikle ailenin büyükleri korunmalıdır soğuktan. O ocağı on yıllardır tüttüren onlardır çünkü…
Her ne kadar büyüklerin odası da olsa kışın ailenin tamamının yatma vaktine kadar bir arada bulunduğu, hayat dolu bir yerdir “içee”. Hayat kadar geniş değil ama diğer odalardan biraz daha büyükçedir. Burada gün daha güneş doğmadan başlar. Evin en büyük kadınının ocak yakma tıkırtıları, sonrasında da tutuşmakta olan çalı çırpı veya odunların çıtırtıları ile. Çoğu zaman “ocaklık”ın hemen yan tarafındaki görenmeyen bir bölmede durur bu odunlar. Yaz mevsiminde oradan çekirge sesleri gelir. Ateşi yakmak için bazen “ezaa”ya yani kibrite bile gerek kalmaz. Çünkü akşamdan kalan külün içinde birkaç köz parçası kalmıştır. Onları maşa ile açığa çıkartıp kuvvetlice üfledi mi ateşi yakmıştır gocana. Sonrasında sıra “saciyek” denen sacayağını ateşin, çorba “tençire”sini de onun üzerine koymaya gelmiştir. Çorba önceden hazırlanmıştır tabii. Hamur yoğurulmuş, pazılanmış, yer sofrasının üzerinde açılmıştır. Sonrasında ya ince ince kesilerek “kesme çorbası”, ya da küçük küçük kopartılarak “mıntı çorbası” olacaktır. Bizim gocanalarımızın, teyzelerimizin, annelerimizin hayatı zordu gerçekten…
Ana oturma odası “içee”de bulunan “ocaklık”ın iki yanında birer minder bulunur, bunlardan pencere tarafında bulunan “üs gıy”, “hayat”a açılan kapı tarafında olanına “at gıy” denirdi. “Üst kıyı” yani üst köşe, ve “alt kıyı”dan bozulma ifadelerle. Bu iki minderin büyüklüklerine de yansıyan protokoler bir konumu vardı aile içinde. “Üs gıy” minderi diğerinden daha büyüktü ve ailenin en büyüğü olan gocaba (büyükbaba) otururdu orada. Diğerlerinin oturması hoş karşılanmazdı. Hele hele çocukların. Hemen uyarılır, oradan kaldırılırlardı. Üs gıyın arkasında pencerenin bulunduğu duvarda herkesin oturabileceği bir de sedir bulunurdu. Ocağın iki yanında açık veya kapalı bölmeleri olan, bazen süslü ve oymalı raflar bulunurdu. “Terece” denirdi bunlara. Günlük hayatta sıkça ihtiyaç duyulan kibrit, makara vb. ufak tefek şeyler bu raflara konurdu. O zamanın vazgeçilmez aydınlanma aracı olan “gandil” de kullanılmadığı zamanlarda orada bulunurdu. “Terece”nin yani bu rafların yan tarafında bazı evlerde yorgan, yastık ve benzerlerinin dizildiği “yüklük” vardı. Onlar ateşten uzak, “içee” kapısına yakın bir yerde, daha çok da “at gıy” tarafında bulunurdu.
Evin oğulları ve eşlerinin yani her bir çekirdek ailenin ayrı bır odası olur, bunlara “köş” denirdi. Yukarıda sözünü ettiğim soğuk odalardı bunlar. Çünkü hemen hemen sadece yatmak için kullanılırlardı. Bir de giyinme vb. mahremiyet gerektiren durumlarda. Bunların kendine ait tuvalet-banyoları vardı. Böylelikle ihtiyaç durumunda “hayat” tarafındaki genel tuvaleti kullanmak için odadan çıkmaya gerek kalmaz, kimse rahatsız edilmezdi. Büyüklerimizin aile mahremiyetini ne kadar önemsediklerine bir bakın…
“Köş”lerin tavanları birer sanat şaheseri idi. Son derece özenerek yapılmış dekoratif tavan kaplamaları idi onlar. Şimdiki kartonpiyer ve stropiyerler estetik bakımdan onların yanına bile yaklaşamazdı. Köşelerde muntazam kıvrımlarla birleşen dekoratif çıtalarla kaplı kare veya dikdörtgen bir çerçevenin içinde bazen bir sekizgen bazen de yıldız biçiminde bir başka çerçeve. Hepsinin de ortasında bir başka süslü, ancak ortasından lâmba uzanmayan, iç içe daireler yahut başka benzer dekoratif şekiller olan bir göbek. Hafızalarımızdan yavaş yavaş silinmeye başlayan bu geometrik tavan kaplamaları o kadar güzel olurdu ki ailelerin çoğu zaman “köş”lerden birinde ağırlanan yatılı misafirleri, kendileri için hazırlanan yer yataklarına yattıklarında gözlerini onlardan alamaz, hayranlıkla onları incelerdi.
Eski evlerimizde insanların oturduğu katın altındaki giriş katında, ailenin velînimetleri, hayvanları bulunurdu. Bu kata genelllikle “evin altı” ifadesinden bozma “engvaltı” denirdi. Burada her bir hayvan türü için ayrı bölmeler bulunurdu.
En büyüğü ve diğerlerinden ayrı bir kapı ile ayrılmış olan “tam” idi. Burada köy hayatının en ağır yükünü çeken, başta araba ve saban olmak üzere her türlü güç gerektiren şeylerde kullanılan koşum hayvanları ile sütünden yararalanmak üzere beslenen inekler, kısacası büyükbaş hayvanlar bulunurdu. Kandıra’nın içeride kalan köylerinde “dombay”, İstanbul’a yakın taraflarında biraz kibarca bir ifade ile “dombey” denen mandalar, öküzler, “dombay inekleri” ya da “malaklar” vb… Eskiden at bulunan evlerde onlar için bir de “at tamı” olurmuş. Koyunlar, kendilerine ayrılan, çitlerle çevrilmiş ayrı bir bölmede, ağılda tutulurdu. Onlar için bazı evlerin dışında ayrı bir ağıl da bulunur, yazın orada dururlardı.
Tavuklar ve bizim oraların ifadesiyle “kel”ler yani hindiler için evin altında “tünek”ler verdı. Onlar da yatay uzun sırıklardan yapılan bu tüneklere tüner, yani zıplayıp konarak bu sırıkları pençeleriyle kavrar, geceyi sinmiş ya da büzülmüş vaziyette bunlarda uyuyarak geçirirlerdi. Türk dilinde “tün” kelimesinin gece, “tünemek” eyleminin “gecelemek” anlamına geldiğini öğrendiğimde tavukların bu vaziyeti gözümün önüne gelmiş, Türkçeye olan hayranlığım bir kat daha artmıştı. Tavukların bulunduğu yerin bir köşesinde de keten ipliğinin yapım aşamasında artan keten çöplerinden yapılma “holluk” (folluk) bulunurdu Kandıra evlerinin altında. Çoğu zaman büyükler bazen de çocuklar oradan alırdı günlük sıcacık yumurtaları. Çocuklar sevinçten gözleri parlayarak götürürlerdi eve onları.
Büyükleri mis gibi kokan “dartılı yımırta” pişirsinler diye…
Hocam çok güzel anlatmışsınız. Elinize beyninize sağlık. Anlatılanların tamamını çocukluğumuzda yaşadık ve yazınızı okurken o günleri tekrar yaşadım. Kutlarım Kenan Açar hocam
Teşekkür ederim Necat Bey. Selâmlar.
Emeğinize sağlık,
Yok olan değerler tavuk gribi dendi evlerin kümesleri kaldırıldı şimdi insanlar yumurtalarını bile üç harfli marketlerden alıyor 😂