‘SENARYO’ TEMSİLİ İLE KUR’AN – SÜNNET İLİŞKİSİ
Kur’ân – Sünnet ilişkileri senaryo temsili ile anlatılabilir. Kur’ân ilahî bir senaryo ise Sünnet de onun canlandırılmasıdır.
Kur’ân okuma çeşitlerinden biri de Kur’ân-ı Kerim’i, “Kur’ân-ı Nâtık’ı -yani başta Hazret-i Peygamber olmak üzere “canlı Kur’ân” denilebilecek Hazret-i Ali ve Ömer gibi büyük sahabileri- esas alarak okumaktır. Bu okuyuş son derece önemli ve gereklidir, çünkü ilahî “Kur’ân senaryosu” ilk olarak ve en yetkin bir şekilde Peygamber ve bu dâva arkadaşları tarafından canlandırılmıştır. Onlar, ilahî kaynaktan gelen Kur’ân vahiylerini insanlığa iletmekle kalmamış, nasıl yaşanacağını da bizzat göstermişlerdir. Bu bağlamda, özellikle Hazret-i Ömer’in Kur’ân anlayışı ve ahkâm ayetlerine getirdiği orijinal yorumlar ehl-i rey ekolünün önünü açmıştır, denilebilir.
“Bu ümmîler daha önce, ne yaptığını basbayağı bilemez bir halde yaşayıp giderlerken, onlara, ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten kendilerinden bir peygamber gönderen O’dur. Tabiî, (bu kitap) henüz kendilerine iltihak etmemiş bulunan başkalarına da (gönderilmiştir)… O mutlak bir izzet ve hikmete sahiptir. Bu, Allah’ın lütfu olup onu dilediklerine ihsan etmektedir. Allah büyük lütuf sahibidir.”
Hazret-i Peygamber’in sağlığında Kur’ân-ı Kerîm değil, canlı Kur’ân yani Peygamber’in bizzat kendisi esastı. Dinî, siyasî, adlî, hukukî, ahlakî bütün meseleler ona arz edilmekte ve onun tarafından çözüme bağlanmaktaydı. Ahlakî hüküm belirten ayetler de, aslında, en büyük insan-ı kâmil örneği olan Hazret-i Peygamber’in mübarek şahsiyetini yansıtıyordu. Namaz vb. konular canlı Kur’ân tarafından zaten yaşandığı için, Kur’ân-ı Kerîm’de bunların sadece önemine dikkat çekiliyor; o konuda gevşeklik gösterilmemesi isteniyor, fakat konu hakkında tafsilât verilmiyordu. Bu noktada Sünnet kavramına bir parantez açmanın yerinde olacağını düşünüyoruz:
Kur’ân ve Sünnet kavramlarının kaynaklarda sürekli birbirine atfen ve birbirinden ayrılarak kullanılmasından ötürü, bu iki kavramı ‘yan yana iki bağımsız kategori’ gibi algılama hatasına düşülmektedir. Sanki Kur’ân Allah’a, Sünnet Peygamber’e aittir… Oysa atıf her ne kadar muğâyeret gerektirirse de aynı zamanda müşâreket de gerektirir; bir metinde birbirine atfedilerek yan yana kullanılan iki kavram bir açıdan ayrıysa da bir başka açıdan da ortaktır. Nitekim Kur’ân da Sünnet de aynı kaynağa bağlanabilmektedir. Bununla birlikte, Sünnet kavramı, ravilerden kaynaklanan çeşitli anlama ve aktarma sorunlarının yaşandığı, ayrıca muztaribi, mu‘dallı, münkeri, metrûkü, zayıfı, hatta uydurması bulunan hadislerle karıştırılmamalıdır; Sünnetteki kesinlik ve güçlülük hadislerde yoktur; çünkü ikincinin kök anlamında “yeni / söz” mefhumu, ilkinin kök anlamında ise “çiğneye çiğneye yol haline getirme” mefhumu bulunmaktadır; bu, elbette daha net ve kesin olacaktır. Sünnet, Hazret-i Peygamber’in sözleri, fiil ve takrirleri olmaktan öte, “süregiden uygulamaları” demek olduğundan ve bu tatbikat, asıl, Kur’ân’a dayalı olduğundan, Sünnet kavramının içeriğini hadislerden ziyade ayetler doldurmaktadır. Hazret-i Peygamber’in hevâsından konuşmadığı anlatılırken de aslında hadisler değil, ayetler söz konusu edilmektedir.
“Benden bir ayet de olsa tebliğ ediniz.”
ifadesi de bunu göstermektedir. Nitekim İslâm uleması, Kur’ân – Sünnet ihtilâfı olarak algılanabilecek hususlarda Kur’ân’ı değil, Sünneti hâkim kabul etmekte; Kur’ân’ın Sünnete ihtiyacının Sünnetin Kur’ân’a ihtiyacından daha fazla olduğunu düşünmektedir; çünkü birinde, kendisi konuşamayan; başka başka anlamlara çekilebilen salt yazı, diğerinde ise o yazının hayata aktarılmış müşahhas şekli bulunmaktadır. Üstelik Hazret-i Peygamber’e ait bu canlandırma ya da somutlaştırma, –yani yazılı metnin anlaşılıp yorumlanması– teoride de bırakılmamış; bizzat hayata geçirilmiştir. Ulemanın söz konusu tavrı, Sünneti hadisten ibaret zanneden bir kişi için asla kabul edilemeyecek bir yaklaşımdır; “Bir yanda Allah kelâmı, diğer yanda Peygamber sözü… Bu ondan üstün olabilir; ona hükmedebilir mi? Hâşa!..” Oysa ikisi de aynı kaynağa dayanmaktadır. Hazret-i Peygamber’in bütün uygulamaları, Hak Teâlâ’nın kontrolünde bulunduğundan, herhangi bir yanlışlık yapıldığında mutlaka düzeltilmektedir. Bu sebepledir ki, veda hutbesinde Kur’ân’la birlikte, -canlı kur’ânlar demek olan- Ehl-i Beyt’in yanı sıra –Kur’ân senaryosunun canlandırılması demek olan- Sünnete de sarılmak gerektiği vurgulamıştır. Nitekim iç-savaşlarda, Kur’ân’ın bağlamından -ve gerçek anlamından- habersiz bilgiçler (Havâric) –ve onların çağımızdaki takipçileri olan Kuranistler- ilgili ayetlere nüzul devri realitesinden kopuk usulsüz – metodsuz anlamlar atfettikleri için, Hazret-i Peygamber’in dizinin dibinde yetişen Hazret-i Ömer ve Ali gibi canlı kur’ânlar ‘Kur’ân’ın gerçek anlamının sağlaması’ demek olan Sünneti esas almışlardır.
Kur’ân – Sünnet ilişkisi dolunay ve hâlesi ile de anlatılabilir. Nasıl hâlenin içini Ay doldurmakta ise, Sünnetin içini de Kur’ân ayetleri doldurmaktadır. Bu bakımdan, Sünnet denince akla, evveliyetle Kur’ân hükümleri gelmelidir.
Hâsılı; Sünnet kavramı; bugün anlaşıldığı gibi Arab’a has, Peygamber’in Arap oluşu ile bağlantılı; sosyo-kültürel, sosyolojik, folklorik, teferruat niteliğinde şeylerden ziyade, insanlığa yön veren, Müslümanların ana stratejilerini belirleyen itikadî, amelî, siyasî büyük konuları içerir. Tevhid mücadelesi, devletler arası hukuk, ölüm kalım savaşları, iç düşmanla / münafıklarla nasıl baş edileceği, insanların nasıl kazanılacağı, siyasi ‘erk’in / devlet görevlerinin ve oluşan rantın nasıl dağıtılacağı gibi büyük hususlarda Allah Resulünü örnek alamıyoruz; sünnet denince aklımıza bunlar gelmiyor. Hadisle adı en fazla anılan bazı küçük sahabilerin, “Peygamber şuradan geçtiydi…”, “şurada oturduydu…”, “elini şöyle salladıydı…” gibi rivayetleriyle zait konular millete sünnet diye sunularak, içi Kur’ân’la, büyük stratejilerle, cesaret, başarı ve liyakat örnekleriyle dolu muazzam bir kavram adeta küçültülmüştür. -Ehl-i Sünnet dendiğinde akla Hanefî-Mâturidîlerin değil, Ehl-i Hadis’in gelmesi de işbu daralmanın bir neticesidir.-