Kandıra’da vaktiyle kullanılıp bugün unutulmaya yüz tutan birkaç kelimeye değineceğim bugün. İnsan hayatının bebeklik dönemiyle ilgili. Bilenler hatırlasın, bilmeyenler öğrensin diye. Sadece öğrensin diye. Çünkü hayat neredeyse tamamen değişti. Bunların kullanıldığı zamana, elli yıl ve daha öncesine dönemeyiz. Bu kelimelerin işaret ettiği davranış biçimleri artık değişti, kullanılan aygıtlar yerlerini yeni ve daha konforlu olanlara bıraktı. Belli bir bedel karşılığında tabii…
En az değişenle, sadece sesçe değişip hâlâ kullanılanla başlayalım: Kandıra’nın köylerinde “bebek” kelimesi “böbek” şeklinde söylenir. Ancak bu kelimenin e’si ilkindeki gibi kibar bir e değildir. Daha geniş, ağzı daha açarak söylenen, a’ya yakın bir e’dir. Bu bakımdan şehirde yaşayanlara kaba gelebilecek bir e sesi. Biz dil çalışmalarında bunu ä harfiyle, kelimeyi de “böbäk” şeklinde yazıyoruz. Kelimenin ilk ünlüsü de (yanındaki b yüzünden) e’den ö’ye dönmüş. Aynı sebeple Kandıra köylerinde “biber” kelimesi “böber”, “baba” sözü “buba” oluyor.
O zamanın bebekleri şimdiki gibi hazır bezle büyütülmüyordu. Çoğunda bakkal bile bulunmayan, şehre giden otobüse ulaşmak için bile yarım saat yürünen köylerdeki insanların zihninde “hazır bebek bezi” kavramı bile yoktu. Hiç görmedikleri için… Bebeklerin altını değiştirmek gerektiğinde önce temizlik yapılır, sonra mendilden biraz büyücek, küçük havlu büyüklüğünde temiz, yumuşak bir bez konur, onun üstüne de yine yumuşak bir muşamba bağlanırdı. Bezden sızma olmasın, bebeğin cildini yakmasın diye. Alltaki bez imkân bulundukça günde birkaç defa değiştirilir, muşamba ise genellikle aynı olurdu. Bezler şimdiki gibi atılmaz, yıkanarak yeniden kullanılırdı. İşte bu bez ve muşamba ile hazırlanarak bebeğin altına bağlanan ikiliye “köpen” denirdi. Bizim mübarek annelerimizin hayatı kışın ve akşamları evde, yazın gündüzleri tarlalarda “köpen bağlamak”la geçermiş. Tabii işten başlarını kaldırabilirlerse…
O zamanın çocuklu gelinleri evde oturtulmaz, derme çatma beşikleriyle birlikte orak, çapa vb. işlerde çalışmak için tarlaya götürülürmüş. Bazen bir evden birden fazla beşik bile gidermiş tarlaya. Anneleri çalışırken ihtiyacı olan ya da acıkan bebekler birlikte uyanarak ağlarmış. Acıkan çocuklar emme çağındaysa anneleri tarafından emzirilir, o çağı geçmişse iki şekilde karınları doyurulurmuş; “çiğnemik” veya “sormuk”la. “Çiğnemik”, bebeğin annesinin herhangi bir katı gıdayı ağzında evirip çevirmek suretiyle yumuşatarak hazırladığı bir çeşit mama. Bebeğin yutabileceği kıvama getirene kadar ağzında döndüren anne sonra işaret parmağıyla kendi ağzından alıp bebeğin ağzına verirdi çiğnemiği. O da kolaylıkla yutardı. Bugünün moda tabiriyle “hijyenik” değildi ama hayatın kendisi zaten hijyenik değildi; bugün hijyen arayanların peşinde koştuğu şekilde “doğal” ve “organik” idi…
“Sormuk” da onun farklı bir biçimiydi. Anne bazen ağzında veya dışarıda hazırladığı mamanın bir kaşık kadarını ince, temiz, yarı geçirgen bir tülbent parçasının içine koyar, sonra tülbendin fazla kısmını kıvırarak bağlardı. Böylelikle emzik biçimini alan sormuk bebeğin ağzına verilirdi. Bebek de onu emzik gibi algıladığı için içindeki mama bitene kadar halk tabiriyle “cok cok” veya “cork cork” emerdi. Bu kelime bana hep ilgi çekici gelmiştir. Kelimenin kökü “emmek” anlamında”sormak” fiili. Bizde kelimenin böyle bir anlamı yok. Ancak Kazak, Kırgız ve Tatar Türklerinde var. Biz de aynı anlamda yazı dilinde daha çok fizik terimi olarak kullanılan “soğurmak” fiili var. “İçine çekmek” anlamında. “Güneş ışınlarını soğurmak” vb. Herhalde “soğurmak” fiili “sormak” biçimine dönüşmüş. Bebeğin emerek içine çektiği besin anlamındaki “sormuk” kelimesi bende hep o çağrışımı yapar.
Bebekler sadece acıktıkları için değil bazen de altlarını pislettikleri için ağlar tabii. Özellikle tarlada çalışan annelerin sürekli bebeklerinin altını değiştirmesi de zaman kaybı olarak değerlendirilir. Türk insanının zekâsı buna da bir çözüm bulmuştur: “Sîbek”. Bebek her altını ıslattığında, köpen bağlanmazmış bu durumda. Bebek işediğinde, halk ifadesiyle “siymek” fiilini gerçekleştirdiğinde sidiği -halk ağzıyla “çişi”- bu sîbek ya da “siybek” yardımıyla beşiğin altındaki ağzı toprakla örtülü bir çeşit saksı olan “havrız”a dökülür, sonra bu havrız boşaltılırmış. Büyüklerimiz zekî insanlarmış vesselâm. “Saf Kandıralı!” derler bir de bize…
Altımışlı yılların sonunda, yetmişlerin başında nüfus kalabalıklaşıp evler yetersiz kalınca iş bulup İzmit’e gelen büyüklerimizin evlerinde beşik yerine “salıncak”lar kullanıldığını hatırlarım. Tavandan sarkan iplere bağlı salıncaklar. Evlerini köylülerinin imece usulü yardımıyla kendi yapan babalarımız, evin hasır betonunu atarken bu ihtiyacı düşünüp tavanda inşaat demirlerinden iki tane çengel veya halka bırakırlardı. Eve yerleştikten sonra şimdiki kare beşiklere benzeyen salıncaklar baş ve ayak kısımlarından bu halkalara bağlanır, içindeki bebek ağladıkça yerden yaklaşık bir metre yükseklikteki salıncak hafifçe sallanarak tekrar uyuması sağlanırdı. Yetmişli yılların yeni doğan şehirli çocukları bu salıncaklarda büyüdü.
Artık ne sormuk kaldı, ne siybek, ne köpen, ne de salıncak. Şimdinin bebeleri doğmadan prens veya prenses muamelesi görüyor; doğduktan sonra da ana babalarının kendileri için yaptığı çeşitli törenleri herhalde “Ne yapıyor bunlar?..” diye düşünerek şaşkınlıkla izliyor…