HZ. PEYGAMBER DEVRİNDE ‘İMAN’IN AŞAMALARI-Prof. Dr. Murat SÜLÜN

MURAT SÜLÜN

Îmân inanılan kişi veya nesnenin doğru olduğuna ilişkin bir emniyet hissidir; yani îmânda bilimsel olarak kesin bir biçimde ispat edilebilecek bir ‘gerçeğe uygunluk’ bulunduğu söylenemez; çünkü zihnî boyutundaki diğer kavramlar gibi îmân da gözle görülür, elle tutulur şeylerle ve mahiyeti kesin olarak bilinen hususlarla ilgili olmayıp gayba yönelik bir fiildir. Kur’ân’ın insanlardan istediği ve yerine getirenlerden büyük bir övgüyle bahsettiği îmân işbu îmândır. Hazret-i Peygamber’in verdiği haberlerin doğru ve gerçek olduğu ortaya çıktıktan, İslâm güçlenip Mekke vb. merkezler fethedildikten sonra îmân edenlerle, Hazret-i Peygamber’e ilk olarak, yani başarılı olacağına dair daha hiçbir emâre yokken îmân edenler arasında bunun için büyük fark vardır. Sahabiler bunun için Bedir Ashabı, Uhud Ashabı, Mekke’nin fethine kadar Müslüman olanlar… şeklinde tabakalara ayrılmaktadır. Ancak böyle bir îmân gerçekten zordur ve ilk tabaka (omerta) bunun için her tür takdirin üstünde, tenkidin dışında addedilir.

Kur’ân’ın nüzul devrinde îmân etmenin anlamı şu idi:

1. Aşama.Öncelikle, Kureyş eşrafından Abdullah oğlu Muhammed kendisinin Allah resulü olduğuna îmân etmişti. Baştan anlam veremediği, hatta “Yoksa şeytan mı musallat oldu bana!?” diye korktuğu vahiy olgusuna ve vahiy elçisi Cebrail’e yönelik tüm kuşku ve kuruntularından fetret dönemi boyunca uzaklaşmış; kalbine inzâl edilen her şeye tereddütsüz îmân etmeye başlamıştı (آمن الرسول بما أنزل اليه من ربه). Tüm îmânların yöneleceği zatın önce kendine itimadı tam olmalıydı; kendisinden, kaynak ve hedeflerinden kuşkusu olan biri başkalarını etkileyemez, kendisine bağlayamaz. Bununla birlikte, 23 yıllık inişli çıkışlı uzun risalet dönemi boyunca Peygamber’in tereddüte düştüğü, yalpaladığı, sarsıldığı zorlu aşamalardan geçildiği, fakat sonunda mutmainnen sırât-ı müstakim üzere devam ettiği bir vâkıadır.

2. Aşama. Hazret-i Muhammed’in Allah resûlü olduğunu ilân etmesiyle birliktekendisine îmân eden Hadîce, Zeyd, Ali, Ebu Bekr vdğr.leri, Muhammedü’l-Emîn’e tam anlamıyla inanmış ve güvenmiş oluyordu; onun doğru ve dürüst bir kişi olarak Yüce Allah’dan vahiy aldığına ikna olmuşlardı; yani ona salt Muhammed olarak -dünyevî konularda- güvenmiyorlardı -çünkü o zaten mü’min kâfir herkesçe güvenilir bulunmaktaydı- asıl, onun Allah resulü olduğu iddiasıyla gaipten verdiği bilgilerin doğru, ettiği vaat ve tehditlerin gerçek olduğuna inanıyorlardı. Îmân edenler inanç ve kanaatlerinin gücüne göre zann, yakīn ve itmi’nan sahibi idiler; yer yer şüphe duyabiliyorsa da inzal edilen âyetler ve canlı Kur’ân (s.a.) bu şüpheleri izale ediyordu. Şüpheleri derinleşip îmânın getirdiği zorluk ve sıkıntılara katlanamayanlar ise çareyi irtidat etmekte buluyorlardı. Nifak yoktu… en-Nahl 16/88-97 ve 104-109’daki gibi, irtidat edenler Allah ve Resûlü ile yaptıkları îmân sözleşmesine bağlı kalmaları konusunda uyarılmaktaydı; ancak o dönemde Peygamber’in elinden ikaz ve tehditten başka bir şey gelmiyordu.

3. Aşama. Îmân edenler, içlerindeki bu kanaati Peygamber’e bildirip, insanlara ilan ettiklerinde (إقرار), îmânın kendisiyle ilgili ikinci cephesi gerçekleşmiş oluyordu ve bu deklarasyon olmadığı takdirde îmân gerçekleşmiyordu.

4. Aşama. Peygamber ve mü’minler yeni mühtedîye güvenip onun îmânından emin oluyorlarsa, o da îmân toplumunun bir üyesi haline geliyordu. Ebu Cehil’den daha azılı bir kâfir olan Ömer b. Hattāb’ın îmâna gelişini hatırlayın… Böylece, Mekke vatandaşlığına, aşiret ve kabile bağına dayalı kardeşlik, yerini îmân kardeşliğine bırakıyor; insanlar en yakınları ile başkalaşıyor, onlara yabancılaşabiliyor, hatta yeri geldiğinde birbirini katledebiliyordu! Müşriklerin Kur’ân’ı ‘büyü’, Peygamber’i de ‘büyücü’ olarak nitelemelerinin temel sebeplerinden biri buydu… Ancak bu din kardeşliği, îmânlı fertlerin güvenliğini tatmin edici seviyede sağlamaya yetmiyordu; çünkü mü’min kardeşlerinin elinde bunu sağlayabilecek güç ve imkân yoktu; en fazla, güvenliği ihlâl edilen kardeşlerini –parasını ödeyerek- azat edebiliyorlardı. Bu, “kendileri olarak yaşayabilecekleri” özgür bir vatan (makām-ı mahmûd) bulmalarına kadar sürdü. Nitekim Medine ile temaslar sıklaştırıldı; îmân eden Medineliler din kardeşlerine kucak açınca toplumsal güvenin önü açılmış oldu. Muhacirler, ensārîler ve Ehl-i Kitap tarafından Medine şehir devletinin kurulmasıyla da siyasî güvenlik hâsıl oldu. Yahudiler ve münafıklar dâhil, insanlar artık “medineliler” olarak siyasi bir pakt altında birleşmiş oluyorlardı. Belli bir rantın oluştuğu devlet aşamasında,bazı îmânların Peygamber tarafından reddedildiği, el-Hucurât, et-Tevbe, el-Münâfıkūn gibi son dönem surelerinde görüldüğü üzere, bu îmânların gerçek îmân olarak değerlendirilmediği durumlar yaşanmıştır; çünkü îmân sözde kalmakta, öze inememekte idi… Peygambere îmân ettikleri halde îmân kardeşliğine, güven ve dostluğa aykırı işlere imza atanlar oluyordu. Bir kısım ‘Müslüman’ların Hazret-i Peygamber’i –hâşâ- zimmetine para geçirmekle suçlaması, Hurkūs b. Züheyr (öv. 38/658) gibilerin “Âdil ol ya Rasûlâllah!” diyerek ganimet taksimi konusunda Allah Resûlüne çemkirmesi Âl-i ‘İmrân 3/161 ve et-Tevbe 9/58 gibi Kur’ân âyetlerine konu olmuştu. Bu muhalif zevât Peygamber’e bağlılıklarını bildirdikleri îmân akitlerinde ilkin samimi idiler; ama demek ki, îmân bir kere edildi mi artık devam edip giden ezeliyyen ebedi bir akit değildi; Allah ve Resûlüne [Kur’ân’a ve Sünnete] güven ve itaat çerçevesinde, salât, zekât, tilâvet vd. îmân eylemleriyle beslenmesi; nazar ve istidlâllerle, tefekkür ve tedebbürlerle tazelenmesi gereken sürekli bir hâldi. Allah Resûlüne îmân ettiklerini söyledikleri halde onu incitici tutum ve davranışlar sergileyenler, emirlerine direnenler, çeşitli icraatları sebebiyle onu milletin gözünden düşürmeye çalışanlar münâfık olarak nitelenmekte, kâh“îmândan ziyade küfre yakın” oldukları ihtar edilmekte kâh mü’min kabul edilmemekte idi. Ne kadar “Sen vallahi Allah’ın resûlüsün!” diye yemin etseler de!..

5. Aşama. Bu arada, siyasî îmâna paralel hukukî îmân da gerçekleşmekte idi. Artık bir yandan, îmân eden kişi mü’min topluma, diğer yandan mü’min toplum îmân eden kişiye canı, malı, ırz ve namusu hususunda eman (garanti) vermekte idi; yani yeni îmân eden bir fert ya da kabile, öncelikle îmânsızlardan –yani düşmanlarından- gelebilecek tehlikelere karşı kendilerini güvence altına almaktaydı. Biraz daha açacak olursak… Büyük bir âsayişsizliğin hüküm sürdüğü, yağma ve esaretin olağan görüldüğü o günün şartları düşünülecek olursa, îmân eden kişi bu yeni siyasiyyen dinî yapıya dâhil olmakla, söz konusu tehlikelere karşı bir sığınak bulmuş olmaktaydı. İkinci olarak; böyle biri îmân toplumunun ferlerine kardeş olmakla, namusunu, can ve malını -sadece yabancılardan değil- din kardeşlerinden de gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almaktaydı. Bu yeni yapının lideri ve onun tâbileri tarafından kendisine zımnî bir eman veriliyordu. Emanlaşmanın ikinci boyutunda ise, îmân eden kişi malları, canları vs. hususunda mü’min topluma eman vermekteydi. Mümini, “insanların, şerrinden emin oldukları kimse” olarak tanımlayan hadisler bu anlamı gözler önüne sermektedir. Öyleyse, söz konusu emanla çelişen katil, yağmalama, zinâ, hırsızlık ve şarap içme gibi eylemleri işleyenleri mü’min saymayan hadisleri yorumlarken îmânın bu anlamına dikkat edilmelidir; cana kıyan, zinâ ya da hırsızlık eden biri bu emanlaşmayı ihlâl etmiş olmaktaydı. Ve zihnî ve hissî açıdan mü’min olmakla birlikte had gerektiren bu vb. bir günah irtikâp ederek topluma verdiği emânı ihlâl eden biri, toplumdan aldığı emânı kaybetmekteydi. Bu anlamda îmânın tasdîkten farklı bir anlam yapısı taşıdığı ortadadır.

6. Aşama. Îmân kardeşliği îmân devleti ile sonuçlanıp, İslâmî amellerin sağladığı barış, huzur, güvenliğe ek olarak, fetihler ve ganimetlerle iyiden iyiye zenginleşen mü’minler hemen herkesin merakını celp etmeye başladı. Bu yapıya gıpta ile bakanlar, îmân ve islâma -yani güven ve barışa- dayalı söz konusu organizasyona nasıl dâhil olabileceklerini araştırmaya başladılar; islâmlarını arz ettiler, fakat bu bazıları için kolay olmadı; Peygamber bunların îmânını kabul etmedi… Çünkü îmânın yukarıdaki 4. boyutundan başlamak istiyorlardı… Kendilerine, gönüle işlememiş bir îmânın gerçekleşmiş sayılmayacağı, fakat îmâna layık iyi tutum ve davranışlarla îmânın zamanla gönüllere yerleşebileceği hatırlatıldı. Böylece, ilk aşamada fertler için söz konusu ettiğim ilk 2 boyut, toplumlar yani aşiret ve kabileler için de söz konusu oldu. Medine’nin etrafındaki toplumlar fevç fevç / akın akın İslâm’ı kabul etmeye başladı. Îmân, fertleri aşıp toplumlara yayılıyordu… Kısa zamanda muazzam bir yayılma gerçekleşti; ancak gerek bu toplumların fertleri arasında gerekse bizzat toplumlar arasında -muhacir ve ensārîlerin îmânı kadar- güçlü, sağlam bir îmân kardeşliği oluştuğu söylenemez. Nitekim bir kısmı Peygamberin vefatıyla îmâna aykırı hareket etmekte gecikmemiştir. Bir başka deyişle; ilk zamanlar îmânın kalbî boyutu son derece güçlü olup siyasî ve hukukî yönü hiç yokken, son zamanlarda hukukî ve siyasî boyutun güçlenmesine karşılık kalbî boyut oldukça zayıflamıştır. Bu zaaf siyasî boyuta da tesir etmiş; iç savaşlarda îmânın sosyal ve siyasî yönü hemen hemen sıfırlanmış; îmân kardeşliği yerini ihtiras adâvetine bırakmış; masum kisveler altında eski hesaplar görülmüştür!

* * *

Dinin iki dünyevî gayesinden biri insanların karnının doyması, diğeri güvenliklerinin sağlanmasıdır. Kur’ân’ın aslî amacının; hükme’l-câhiliyye ve fitne kelimeleriyle özetlediği hukuksuzluk ve îmânsızlığa son vermek olduğu, güvenlik ve barış çerçevesinde herkesin uyacağı sağlam bir hukuk sistemi (dîn) yerleştirerek, her şeyi kayıt altına almak; vatandaşa işlediği her şeyin karşılığının kitapta yazılı bulunduğu kanaatini kazandırmak olduğu söylenebilir. Aslında, insanların can, mal, ırz/namus, akıl ve din/vicdan güvenlikleri (مقاصد خمسة) sadece dinin değil, tüm hukuk sistemlerinin temel hedefidir. Dünya güven üzerinde dönmekte; tüm ilişkiler bu esasa göre yürütülmektedir. Güvenlik ülkeler ve toplumlar arası ilişkilerde en büyük ihtiyaç olduğu kadar beşerî ilişkilerde de en temel ihtiyaçtır; karı koca, amir memur, işçi patron, baba evlat, akraba ve komşular arası ilişkilerin karşılıklı güven olmadan sağlıklı yürütülmesi mümkün değildir. Yani güvenlik sadece nüzul ortamının değil, şu anki dünyanın da en temel ihtiyacıdır. Ve İslâmiyetin en temel kavramlarının îmân, islâm ve dîn -yani güvenlik, barış ve hukuk- olması tesadüf değildir. İşbu sebeple, îmân edenlere “fitne ortadan kalkıncaya kadar îmânsızlarla ve fitneden beslenen statuko taraftarları ile mücadele etmeleri” emredilmiştir. Bu bakımdan, îmân dairesi içindeki herkesin gayba, yani din-i celîl-i islâmın âmentu esasları başta olmak üzere akāid esaslarına ‘bir bütün olarak’ inandıktan sonra, Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde güvenip bağlandıkları muhammedî bir liderin -veya lider kadrosunun (أولو الأمر)- hakça, akıllıca yönlendirmeleri ile kendi aralarında güvenlik ve barış içerisinde yaşamakla kalmayıp, bu iki mübarek kavramı tüm insanlığa yaymaya çalışmaları gerekmektedir. Göklerin ve yerin mutlak hâkiminin evrensel dini üzerinde olduklarını, geri kalanların ise bâtıl (boş; adaletsiz / hukuksuz, medeniyetsiz) olduğunu iddia eden ‘biz’lerin, hamgi mezhebî doktrinler üzerinde ‘ne’lere inandığımız da önemli olmakla birlikte, aslolan amel ve icraatımızdır vesselâm

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir