Bizim köyden Kandıra’ya gitmek için ana yola çıkan hemen hemen bir kilometrelik bir bayırı tırmanmak gerekir. “Hekim Bayırı” derler bu bayıra. Büyüklerimiz hastalarını sırtlarına alıp bu bayırı tırmanarak ana yola çıkar, öyle doktora götürürlermiş. Bayır, adını bu durumdan almış olmalı. Ancak bunu her zaman değil, köyümüzde veya yakın köylerde hastalarını geleneksel yöntemlerle tedavi eden biri yoksa veya bunlar yardımıyla şifa bulamadıkları zaman son çare olarak yaparlarmış. O zamanın hastalıklarının adları da ilgi çekici imiş: Gelincik, yılancık, siviş vb. Bu yazıda vaktiyle köylerde halka kendilerince şifa dağıtan, bazılarına (herhalde kırık-çıkık işleriyle ilgilenenlerine) “parpıtçı” denen bu insanların tedavi yöntemlerinden bir kısmına değineceğim:
Yılancık; Derleme Sözlüğü’nde kemik veremi olarak bilinen, vücudun çeşitli yerlerindeki şişlik ve kızarıklıklarla kendini belli eden bir hastalık olarak tanımlanmıştır. Ancak bizim köylerimizde sancı şeklindeki şiddetli baş ağrısına bu ad veriliyor. Gelincik ise çoğunlukla bebeklerde ağrının eşlik ettiği karın sertliği ve şişliği olarak biliniyor.
Kandıra’nın Sepetçi köyünde bu işleri yapan Hüsniye adlı bir gocanamız vardı. Ağız derlemelerim sırasında başka şeylerle beraber bunları da sormuştum kendisine. Açık yüreklilikle anlatmıştı rahmetli “yılancık kesme” işini nasıl yaptığını : “Euzubesmele çektikten sonra bazı ayet ve duaları (Huvallahüllezi, Veiyyekâtüllezi, Bismillâh şâfî vb.) okurum. Sonra elime bıçağı alıp baş ağrısı olan kişinin kafasının üzerinde döndürerek şunları söylerim: Yılan yılan kışı kışı, Bağladım yılan dişi. Yılan yılan âfiyen, Yılan burdan sâfiyen. Ulu dağlardaysan çık git, Yıkık binadaysan yıkıl git. Büyük ayaklıysan kıvrıl git. Ninem koca saplı bıçakla geliyor, Gözünü, kafanı kesecek. Çık git, yıkıl git… Sonra o kişinin başının ağrısı geçer.” (Buradaki tekerelemeye benzer sözleri “Lokum Sandığından Önce” başlıklı yazımda vermiştim.) Sakallar köyünden Zemine Gocanamız da yılancık kesermiş ebelik yapmanın yanı sıra.
Kocakaymaz köyünden bir başka ablamız, gelincik hastalığına yakalanan çocukların şişen karnına (dua ve ayetler okunarak) “yılancık taşları”nın yapıştırıldığından söz etmişti. Bir de insanların boğaz veya boynunda meydana gelen büyük şişlikler şeklinde kendini gösteren “siviş” hastalığının tedavisini de “Büyükçe bir tür arı, duvara mavimsi bir “siviş toprağı” getirir. Onu alarak bir yandan okur, bir yandan şişen yerin üstüne sürerler” şeklinde anlatmıştı.
Şu anda Derince’ye bağlı olan Taşköprü bölgesindeki Nezirler köyünden Ali Yılmaz adlı bir büyüğümüz de o bölgede yaptığım ağız derlemeleri sırasında “gelincik” hastalığı için başka bir tedavi yönteminden söz etmiş, şöyle demişti: “Gelincik hastalığı için böğürtlen dikenini kesiyorlar uçları dikenli olarak. Kıvrık dikenleri vardır onun. Hasta ağzını açar, dilinin altına o dikeni batırırlar. Bazen de dilinin altını jilet ile keserler.” Ancak onun bu anlatımından tedavi uygulanan hastalığın “gelincik” değil, “sarılık” olduğu anlaşılıyor. Çünkü benzer bir yöntemin çocukluğumda rahmetli babamın götürdüğü bir köyde bana uygulandığını, dilimin altının jiletle kesildiğini hatırlıyorum. Bu işi genellikle de berberler yapar, buna “sarılık kes(tir)me” derlerdi.
Kurşun dökme ve korkuluk alma; uykusunda sık sık korkan, korkarak uyananlara ve nazar değdiğine inananlara uygulanırdı. Bunu nasıl yaptığını da şöyle anlatmıştı Hüsniye Gocana: “Yeni bir bakıra (yayvan su kovasına) yarısına kadar su doldururum. Kurşunu ateşte iyice kızdırır, eridikten sonra caaz diye suyun içine atarım. Bunu birkaç defa tekrarlarım. Hasta çocuk başından aşağıya doğru bu su dökülerek yıkanır. Çocuğun korkuluğu gider, korkusu geçer.” Kandıra ve köylerinde korkan bir kişiye (büyük olsun küçük olsun) “elekten su içirme” geleneği de vardı bir zamanlar. Şu anda sadece eline bir bardak su verilip içiriliyor.
Yukarıda adını andığım Ali Yılmaz adlı büyüğüm, “bacak ağrısı”nın tedavi şeklini “Tarlalarda küçük, kırmızı domuz turpu olur. Onu yerden çıkartırlar. Onun kabuğunu çakı bıçağı ile sıyırdıktan sonra onu ince ince doğrarlar. Avucuna alarak ağrıyan yere sürülür, ufalanır. Ağrıyan yerin ağrısını, yanmasını geçirir. Yaktığı için geçirir ama faydası da geçicidir. Yaktığı için ağrıyı o anlık hissetmezsin” şeklinde anlatmıştı. Kendi köylerinde nefes darlığı ve öksürük için yapılanları da “Patlıcan çiçeklerini bir ipe dizerek kuruturlar. Sonra uflayıp sigara şeklinde sararak içerler.” diye aktarmıştı bana.
Betül Bilyaz’ın Kandıra’ya bağlı Balaban köyünden yaptığı ağız derlemelerinde de köy insanlarının uyguladığı halk hekimliği yöntemlerinden bazılarına değiniliyor. Söz gelimi nazar değdiğine inanılan insan ve hayvanlar için bir bardak suya belli dua ve surelerin okunduğu, sonra o suyun onlara içirildiği, fazlasının da üzerlerine serpildiği bilgisi var. Beli tutulan insanın tedavisi için koyunların kırkılıp kirli yünlerin bele sarılması, kırık veya çıkığı bulunanlar için bir mermer parçasının kırılıp ufalanarak toz hâline getirildikten sonra bu tozun yumurta ile karıştırılıp bir yüne serilmesi ve üzerine konan bir çubukla birlikte kırık kol, bacak, parmak vs.nin üzerine bir bezle sarılması da bu tedavi usullerinden.
Aynı köy ve civarında vücudunun herhangi bir yerinde bir “yara”sı bulunan kişiler için kara lahananın kaynatılarak üzerine sarıldığı zaman yaranın içindeki cerahat ya da irinin akıp gittiği, sızlayan parmağın üzerine hakiki gümeç balı sürülüp bağlanır da bir gün öyle kalırsa parmaktaki apse ve “sızı”yı aldığı, “yanık”ların üzerine nişasta, margarin ve yumurta karışımı sürülürse iz bırakmadan onu tedavi ettiği bilgisi de var.
Bizim çocukluğumuzda her mahallede olmasa da her ilçe veya şehirde bir kırık-çıkık tedavi eden bir “çıkıkçı”, insanların dişini çeken veya (yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi) sarılık kesen bir berber vardı. Hattâ hattâ yaraların üzerine insan pisliği bağlayanlar bile olurdu. Göz kapağında “arpacık” denen küçük sivilce yahut yanağında bir “siğil” çıkanlar yaşlı insanlara götürülür, onlar da “dirsekleyerek” tedavi ederlerdi.
Bütün bunları özlemiyoruz elbette. Bu çağda hiç kimseye tavsiye de etmiyoruz. Artık her mahallede bir sağlık ocağı, her birimizin bir aile hekimi var. Sadece tarihe not düşmek için yazdım…