KANDIRA FATİHİ AKÇA KOCA BAĞLAMINDA-Prof.Murat SÜLÜN

KANDIRA FATİHİ AKÇA KOCA BAĞLAMINDA 

KUR’AN’DA SAVAŞIN TEMELLENDİRİLİŞİ

MURAT SÜLÜN

Kandıra ve çevresi ikinci Osmanlı padişahı Gazi Orhan Bey zamanında Akça Koca (ö.1328) tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katılmıştır. Kandıra’yı önemli kılan, “Kocaeli Fatihi” olarak tanınan bu büyük mücahidin ebedi istirahatgâhının Kandıra’da Babalı Tepesi’nde olmasıdır. Nitekim Türkiye’nin en önemli kentlerinden olan Kocaeli de onun adıyla anılmaktadır (Koca-ili — Kocaeli) ki Bolu’ya bağlı Akçakoca ilçesi de böyledir. -‘İl’ ve ‘el’ kelimeleri aynı mânadadır.- “Nikomedia’nın Kalıntısı” veya “Nikmid’den kalan” anlamındaki İz-Nikmid kelimesinden gelen “İzmit” artık ilin adı olmaktan çıkmıştır.

*

Kur’an’da savaşın nasıl gerekçelendirildiğine geçmeden evvel, “vahyin realiteleri hesaba katma özelliği” unutulmamalıdır; Hak Teâlâ kendisine inanıp güvenenleri kâfirler karşısında zayıf, güçsüz oldukları dönemlerde zalimlerin keskin kılıcının önüne atmamış; onlara daima sabır telkin etmiştir! Aslında O, serî‘u’l-hisâb ve esra‘u’l-hâsibîn olarak, zalimin hesabını son derece hızlı görür; ancak O’nun zalimleri hemen yakalamamak, onları “inkârları iyice pekişsin” diye tuğyanlarından iyice razı olacakları dünyevî imkânlarla donatarak aşama aşama helâke götürmek (istidrâc) şeklinde ezelî bir uygulaması söz konusudur. O, ders çıkartacakların ders çıkartmasına yetecek zamanı herkese verir; ama ağlarını yavaş yavaş ve çok sağlam örer; o halde en güzel biçimde sabra devam edilmelidir. Tabiî, sabretmek pasif kalmayı, ‘âtıl durmayı, ağzını açıp beklemeyi gerektirmez; çünkü bir Türk atasözünde söylendiği gibi, “Allah gökten atıvermez.” Bir yandan da evrenin mutlak sahibi Allah’a tevekkül ile yakarılmalı; gerçek mânada dindarca yaşamaya devam edilmelidir. 

İmdi; Kur’an’da savaş şu şekilde gerekçelendirilmektedir: 

[i] Her şeyden evvel, bir peygamberin -ve tabiî, taraftarlarının- en temel görevi emr-i bi’l-ma‘rûf nehy-i ani’l-münkerdir; insanlık yararına; aklen ve dinen mâkul olan şeyleri yayıp yerleştirmek, aklen ve dinen zararlı, yadırgatıcı şeyleri ortadan kaldırmak. Hadiste belirtildiği gibi, bunun en olgun hâli de güç kuvvet kullanarak  yapılanıdır.

[ii] “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın; ancak haddi aşmayın; çünkü Allah haddi aşanları gerçekten sevmez. Ve onları yakaladığınız yerde öldürün!..” mealindeki el-Bakara 2/190-191’de belirtildiği gibi, Müslümanlar kendilerini yok etmek için ellerinden geleni yapanlarla elbette savaşacaklar, onların kılıçlarına kuzu kuzu teslim olmayacaklar, tehdit ve tehlikeleri başlarından savmaya çalışacaklardır. Bu gerekçe, “Allah elbette iman edenleri savunur. Allah elbette nankör hainleri sevmez! Kendileri ile savaşılanlara -zulme uğradıkları için- (saldırganlarla savaşabilecekleri) bildirilmiştir. Allah elbette onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar ki, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardı…” mealindeki el-Hacc 22/38-40’ta da tescil edilmiştir. el-Bakara 2/251’de dile getirilen gerçek de konuyla bağlantılıdır: “Şayet Allah’ın insanları birbiriyle savması / savuşturması olmasaydı, yeryüzü kesinlikle bozulurdu! Ancak Allah, âlemler üzerinde lütuf sahibidir.” 

(iii)  el-Bakara 2/251’de, bir yandan İslamî savaşın ‘müdafaa savaşı’ vasfına dikkat çekilirken, diğer yandan savaşın mazlumun zalimden hakkını almasına vesile olan ilahî bir lütuf olduğu, gerektiğinde savaşılmadığı takdirde düzenin bozulacağı bildirilmektedir (el-Enfal 8/73). Tabiî bu, ‘nefsi müdafaa’ ile yani sadece kendi canını, kendi ırz ve namusunu, kendi hakkını hukukunu savunmakla sınırlı değildir; hem insanlık hem de iman kardeşliği gereği, zulme uğrayan başkalarının da savunulması gerekmektedir (en-Nisâ 4/75). “Allah yolu” olarak nitelenen husus da büyük ölçüde budur; âyete göre, inananlar Allah yolunda, inkârcı nankörler ise “azgın”ların yolunda savaşırlar. 

(iv) Savaşın bir başka gerekçesi de, Allah’a ibadet edilen kutsal mekânların korunmasıdır. Bu, el-Hacc 22/40’ta şöyle dile getirilmiştir: “Allah’ın insanları birbiriyle savuşturması olmasaydı; içinde sürekli Allah’ın adı anılan mescitler, manastırlar, kiliseler ve havralar kesinlikle yıkılır giderdi. Allah elbette kendisine yardım edene yardım edecek!.. Şüphesiz, Allah kuvvetlidir, ‘mutlak izzet sahibi’dir (Kavî, Azîz).” 

(v) el-Bakara 2/191, 193, 217; el-Enfal 8/39 vb. ayetlerde savaşın bir başka; kapsamlı ve aslî bir gerekçesi daha sunulmaktadır: Fitneyi yok etmek… Bu, sadece savaşın değil dinin de dünyevî amacını oluşturmaktadır. Allah için yapılan bir savaşın en aslî amacı fitneyi ortadan kaldırarak ‘Hakk’ın Dini’ni hâkim kılmaktır; çapul, ganimet, vergi, istila, cihangirlik dâvası veya cariye değildir. Maksat baskı, anarşi ve hukuksuzluğu ortadan kaldırmaktır. Allah katında yegâne dîn; O’ndan başka tanrı tanımayarak, sadece Hakk’a teslimiyet göstermek ve insanı bağlayan her tür zinciri kırıp insanları özgürleştirmektir. Bu, sosyal alanda iman -yani can, mal, namus, akıl ve düşünce / inanç emniyeti- olarak tezahür etmektedir. Nitekim nüzul çağında dünyada, özellikle Arapların yaşadığı bölgelerde tam bir asayişsizlik, hukuksuzluk ve güvenlik zaafı hüküm sürmekteydi; el-Bakara 2/193’te “Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın.” emrinin verilmesi ve İslâmiyetin en temel kelimelerinin güvenlikle, barış ve hukukla ilgili olması [îmân, islâm ve dîn] tesadüfî değildir. Kur’ân’ın nazil olduğu ortamda, hükme’l-câhiliyye denilen tam bir hukuksuzluğun, yani fitnenin hüküm sürdüğü dikkate alınırsa, Kur’ân’ın amacının bu keşmekeşe son vererek “herkesçe uyulacak Hakk’a dayalı sağlam bir hukuk sistemi (dîn)” yerleştirmek; her şeyi kayıt altına alarak, vatandaşa işlediği her şeyin karşılığının kitapta yazılı bulunduğu kanaatini kazandırmak olduğu söylenebilir. Nitekim Ehl-i Kitap mükemmel olmasa da belli bir hukuk düzenine sahip oldukları için, Kur’ân onlara ellerindeki yasaları hakkıyla uygulamaları gerektiğini hatırlatmakla yetinmiştir (el-Mâide 5/43-50). Dolayısıyla, el-Enfal 8/39 ve el-Fetih 48/16 gibi âyetler herkesi bildiğimiz (itikadî) anlamda Müslüman yapmak gerektiğini göstermez; çünkü dinde zorlama -yani dine zorla sokma- yoktur ve ‘farklı dinler’ kıyamete kadar varlığını sürdürecek; Yüce Allah kimin haklı kimin haksız olduğunu nihayet Mahkeme-i Kübrâ’da herkese açıklayacaktır. Neyin hak neyin bâtıl olduğu aslında apaçık ortadadır; makam-mevkî hırsıyla hareket etmeyen güdümsüz, şartlanmamış normal bir insan Hakk’ın dinini kabul eder; etmeyen de kendi seçiminin sonucuna katlanır. 

Bu çerçevede, münferit Yahudi kabileleri bir yana, genel olarak Ehl-i Kitap’la yani et-Tevbe suresi Tebuk seferi ile ilişkili olduğundan, Hıristiyan Romalılarla savaşılmasını emreden et-Tevbe 9/29’a bir parantez açmak gerekebilir. 

  • “Kendilerine kitap verilmiş olanlardan 
  • Allah’a ve ‘Son Gün’e iman etmeyenlerle; 
  • Allah ve Resulünün haram kıldığını haram saymayanlarla ve 
  • Hakk’ın dinini din edinmeyenlerle,
  • cizyeyi kendi elleriyle küçülerek verinceye kadar savaşın.” 

mealindeki bu ayette Ehl-i Kitap’la savaşmanın gerekçeleri belirtilmekte; ancak cizyeyi [baş vergisini] vermeyi kabul edenlere dokunulmaması istenmektedir ki tarih boyu uygulama bu şekilde cereyan etmiştir; Müslümanlar hâkimiyetleri altındaki yabancı milletlere bu toleransı göstererek hiç kimseyi zorla Müslüman yapmamışlardır. 

Peki, Medine devletinin kendileriyle ortaklaşa kurulduğu Yahudi vatandaşlarla neden savaşılmıştır? Bu kabilelerin en öne çıkanı şüphesiz Kurayza Yahudileri olup, Hendek savaşı hengâmında fırsatı ganimet bilerek vatana ihanet ettikleri, yani Müslümanları arkadan vurdukları için kendi kitaplarına göre feci şekilde tenkîl edilmişlerdir (el-Ahzâb 33/26). Tevrat’a göre, savaşta saldırıya geçmeden önce karşı taraf barışa çağrılır; kabul edip, kapıları açarlarsa Yahudilere angaryacı olurlar, yani sağ bırakılırlar. Barışı kabul etmeyip savaşırlarsa Yahudiler orayı aldıktan sonra bütün erkekleri kılıçtan geçirir; kadın, çocuk, hayvan ve mallar ise Yahudiler tarafından yağmalanır (Tesniye, 20/10-16); mabet ve mezbahlar yıkılır (Tesniye, 12/2-3). Aynı devleti paylaştıkları Peygamber aleyhinde düşmanla işbirliği yapan Kaynukā‘ ve Nadîr oğulları ise savaşsız ele geçirildikleri için Peygamber bunları Medine’den sürmekle yetinmiştir.

[vi] Savaş Hz. Peygamber’in rahmet sıfatına ters de görülebilmektedir. Milletlerinin yönetimini hasbelkader ele geçirmiş -genelde bir önceki muktedirin sulbünden gelmek dışında bir meziyeti olmayan- ehliyetsiz, liyakatsiz zorbalarla ve bunların temsil ettiği statükoyu meşrulaştıran güç odaklarıyla mücadele etmek bırakın alelâde insanları, nice masum peygamberin bile üstesinden gelemediği müstesna bir mazhariyettir. Bu uğurda niceleri, zalimlerin kılıcıyla doğranmış, ateşte yakılmış, şehit edilmiştir!.. Bu bakımdan, Hz. Muhammed ve takipçileri olan Müslüman fâtihler, bu “habis ur”ları kesip atan hâzık birer cerrah olarak görülmelidir; “insanlığa rahmet” oluş, bu şekilde tecelli ettiği düşünülmelidir. 

*

Günümüzde, [i] Batı medyasının olumsuz anlamlar yükleyerek servis ettiği cihadist tabirinin ve [ii] İslâm’ın medeniyet anlayışından uzak güruhların kaba saba ve vahşî eylemlerinin zihinlerde yarattığı olumsuz imajın etkisiyle cihad genelde insanların tepkisini çekmekte; İslâmiyet “kılıçla yayılmış bir din” olarak lanse edilmektedir. İslâm medeniyet havzasında yetişmiş bazı aydınlarımız bile savaşları insanların başına dinlerin ördüğü çoraplar olarak algılamaktadır. Ama sadece bizim yaşadığımız topraklar değil, Çin’den Adriyatik’e, uzak doğudan Atlas okyanusuna kadar Türklerin, Pers, Arap, Berberi, Zenci vd. kökenlere mensup Müslümanların yaşadığı tüm bölgeler, zamanında “Allah dâvası”nı yüceltme uğrunda yürütülen cihad faaliyetleri ile Müslümanlar adına tapulanmıştır. Ve bu topraklar dünyanın merkezini oluşturan her bakımdan önemli, zengin yerlerdir. İnsanlığı İslâmî değerlerle buluşturmak gayesiyle sahiplenilen bu toprakların Müslümanlar için ‘vatan’ olarak devam edebilmesi, söz konusu coğrafyanın Kur’an’dan, Sünnet’ten, kolektif akıl ve ispatlı bilimden beslenen “İslâm kültür ve medeniyetine” bağlı olması ile mümkündür. [Bu konuyu bir başka yazıda ele alacağız.] Sadece Müslümanların değil herkesin; her kavmin ve ulusun Rabbi olarak Allah, kim çalışıyorsa ona verir; dünyaya hükmetmeye kim lâyık (salih) ise onu hâkim kılar; mümin kâfir demeden hak edeni kazandırır; bozgun, yağma, sömürü vb. âfetlere kim lâyıksa onu mâruz bırakır. Endülüs medeniyetinin medâr-ı iftihârı olan el-Hamra sarayının duvarlarını, baştan aşağı “Allah’tan başka galip yok!” sloganları süslemektedir. Bu son derece doğru bir sözdür. Zaferlerini Allah Teâlâ’ya bağlamak zarafetini gösteren Endülüs Müslümanları, bu sloganı ayrıca, her hâlükârda Allah tarafından galip getirilecekleri zannıyla yazmış olmalıdırlar. Ama maalesef, beş altı asırdır o coğrafyaya Hıristiyanlar hükmediyor. Peki, bu slogan yanlış mıdır? Hayır, doğrudur; kim galip gelirse gelsin, sonuçta Allah’ın koyduğu yasalar galip gelmiş olmaktadır; çünkü zafer; tabiî şartları bulunan nötr bir gerçektir. Şartları yerine getiren zafere ulaşır; savaşı kazananlar imanlı iseler, bunu Allah’ın yardımına bağlarlar, zafer karşı tarafta ise, hezimeti Allah’a değil kendilerine bağlarlar. -Kur’ân’a göre böyle yapmaları gerekir.- Aslında ikinci seçeneği zaferde de düşünmeleri; doğal olarak, zaferi de kendilerine bağlamaları gerekmektedir, ama bunu herkes tek tek kendisine bağlayamaz; Hz. Peygamber’in rolü ayrıca kavramsal çerçevede çizilen genel şartlar ve özellikler çok büyüktür; çünkü hezimet Allah’ın ‘manuple’ ettiği bir şey olmadığı gibi, zafer de –hâşagökten parmağını uzatarak bahşediverdiği bir şey değildir.Sekiz yüzyıl! yaşadıkları toprakları İspanyollara, Portekizlilere kaptıran Endülüslüler gibi ağıt yakmak istemiyorsak, Akça Koca gibi fâtihlerin taşıdıkları ruh ve ideale yeniden dönmeliyiz. Muhteşem Kral Davut ve Kral Süleyman devirlerini yaşamış Yahudilerin zillet ve meskenete düşmesine yol açan özellikleri Kur’an’dan dikkatle okumalı, stratejiler geliştirmeliyiz. Hak Teala, çizgiyi aşan, farkında olmadan başka ilâhlar benimseyerek başkalaşan “kul”larını kâfir “kulları” eliyle terbiye edebilmektedir. İlahi yardımı bekleyenlerin buna lâyık olmaması, aksine Allah’ın mümin – kâfir hiç kimseye yasaklı olmayan ‘ver’gisini almaya düşmanların daha ehil olması mümkündür. Örneği: Birlik – beraberlikten uzak olmak… Gerek Endülüs’teki Katolik işgali öncesinde gerekse Türkistan’daki Rus işgali öncesinde o bölgelerin Müslümanlarının paramparça oldukları ve birbirlerini yemeye çalıştıkları tarihî bir gerçektir.

Kandıra’nın Sarnıçlar – Katçalı köyünden Hüseyin Sülün’ün oğlu olan Murat SÜLÜN 1968 İzmit doğumludur. ilkokulu Mimar Sinan ve Leyla Atakan ilköğretim okullarında bitirdikten sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Bayrampaşa Yeşilcami Kur’an Kursu’nda hafızlık yapıp, Kırâât-ı Aşere okudu; klasik Arapça eğitimi aldı. Bakırköy İmam-Hatip Lisesi’nden (1987) ve Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden (1991) mezun oldu. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisansını (1993) ve doktorasını (1999) tamamladı. Türk Toplumunun Kur’an-ı Kerim Kültürü (2006) başlıklı takdim çalışmasıyla doçent, Kur’an Kılavuzu – Mutlak Gerçeğin Sesi (2011) takdim çalışmasıyla profesör unvanı aldı. Halen, Marmara  Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Tefsir Profesörü olarak çalışmaktadır.
Araştırmaları Kur’an çeviri teknikleri, Kur’an kavramları, Kur’an Tarihi, Kur’an – Sanat İlişkileri üzerinde yoğunlaşmıştır. Bir grup akademisyen ile birlikte, Keşşaf Tefsiri’ni Türkçeye kazandırmıştır (T.C. Kültür Bakanlığı’na bağlı Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı). Yaklaşık 1800 kelime kökünden oluşan “Kur’an Kelime Hazinesi”ni bir başka ekiple birlikte neşre hazırlamaktadır.
İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’nda (İSAV) 15 yıldır Keşşâf okutmuş; Kur’ân Çalışmaları Vakfı’nda uzun yıllar Tefsir seminerleri vermiştir.
Bilimsel ve popüler dergilerdeki makaleleler, ulusal ve uluslar arası sempozyum bildirileri ve DİA maddelerine ek olarak;
*Kur’ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi (İstanbul, 2000, 2005)
*Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (İstanbul, 2011, 2021)
*Türk Toplumunun Kur’ân-ı Kerim Kültürü (İstanbul, 2005, 2015)
*Sanat Eserine Vurulan Kur’ân Mührü (İstanbul, 2006, 2011)
*Âbideleri ve Günümüze Mesajlarıyla Diyâr-ı Mevlâna (İstanbul, 2007, 2011)
*Gönüller Sultanı Mevlâna (İstanbul, 2011)
*Kur’ân Kılavuzu Mutlak Gerçeğin Sesi (İstanbul, 2011, 2015, 2017)
*Kur’an Ne Diyor Biz Ne Anlıyoruz? (İstanbul, 2015)
*Tefsir ve Otoriteleri (İstanbul, 2017)
*41 Temsil ile Kur’ân Gerçeği; Kur’ân-ı Kerim’e Giriş (İstanbul, 2017)
*Allah’ın Yardımı – Peygamber’in Zaferi (İstanbul, 2020).
*Kur’an’dan Sanata Yansımalar (Ankara Diyanet İşleri Başkanlığı, 2020)
*İsmail Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân’ından muhtelif surelerin Türkçeye çevirisi (İstanbul, Erkam Yy.)
*İmam Matüridî’nin Te’vîlâtü’l-Kur’ân’ından18/Kehf ilâ 22/Hac surelerinin edisyon kritiği (İstanbul, 2007, 9. cilt)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir