İsmail SARICA
Bir yandan Kandıra, Karamürsel köyleri gözümde tüter, bir yandan Artvin’den Hopa’ya serin bir rüzgâr. Bir yandan Gebze’de, Hereke’de, Danca’da dostlarla söyleşir gönlüm; bir yandan Tunceli’de bulunup bir akşam çayı içmeyi isterim Munzur’a doğru. Ağrı’nın başı bulut buluttur yine. Tahir Geçidi’ndeki görkemli bir akşamdır. Vak’t erişip gün batanda, sessiz bir karanlığa gömülür köyler. “Dumanlı dumanlı oy bizim eller, oturup ağlasan delidir derler.”
Nesini söylersin Sinop’un. Beş bin yıl ötelerden gelir tarihi. Fakat Sinop Selçukludur, Osmanlıdır, Türk’tür. Kentin eski mahalleleri Üsküdar’dır. O tarih olan Osmanlı evleri Sinop’ta da can çekişir, göçüşür. Ahşap evlerin saltanatı beton yığınlarında kaybolur. Güneş ve Ay Karadeniz üstünden tüm saltanatıyla doğrulur. Ve Osmanlıdan kalma eski bir evin çiçekli bahçesinde bir akşam vakti, Sinoplu Ahmet Muhip Dranas’ı anımsarsınız:
Hoyrattır bu akşamüstüler daima,
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima!
* * *
Fırat âsidir Elâzığ’ın oralarda. Bakarsın diner durulur, bakarsın bulanır ve akar gider Birecik’te uzun bir köprünün altından salına salına Mezopotamya’ya doğru.
Dicle ise nazlıdır yazın. Diyarbakır’da karpuz tarlalarını sular, sığdır. Dicle’nin ırmak olduğunu Cizre’de göreceksin. Dicle de salına salına gider Mezopotamya’ya doğru. Diyarbakır kalesinden Dicle’ye doğru, Ahmet Arif’in “Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi’ni seslenirsen ansızın şaşırma! Ve Cahit Sıtkı Tarancı’yı duyarsın Diyarbakır da.
Öldük ölümden bir şeyler umarak
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamazsın o türküyü
Gök parçası dal demeti, kuş tüyü
Alıştığımız bir şeydi yaşamak
Dicleli ve Fıratlı o yıllarım sıkıntılarla geçti. Diyarbakırlı Cahit Sıtkı ile Diyarbakırlı Ahmet Arif olmasaydı zor geçerdi. Ziya Gökalp yardım edemedi bana. Yardımı birde Adapazarlı hemşerim Sait Faik’ten gördüm. On yılımı geride bıraktığım İstanbul’da ve Adapazarı’nın Kandıralı insanlarıyla hep cebimde gezerdi Sait Faik, Varlık yayınlarında!
Adana’dan Osmaniye’ye ve oradan Gaziantep’e giden yol, ilk gittiğim yıllarda Gavurdağı’nın yükseklerinden geçerdi. Tepeden Fevzi Paşa’ya dolandın mı, Maraş eteklerinden Hatay’a dek uzayan ovanın deniziyle yüz yüze gelirdin. Deniz gibiydi ova. Ve çoğu belirli kişilerin elindeydi ovanın. Ovaya inen uçurum kıyısındaki incecik yol, yılan gibi kıvrılırdı. Yol şimdi Bahçe ilçesinin yakınından geçiyor. Çukurova’dan Amik Ovası’na, dağı daha alçak yerlerden aşıp güneyi güneydoğuya bağlıyor. Gavurdağı’nın adı da değiştirilmiş zaten fakat Dadaloğlu’nun ve yöre halkının dilinde Gavurdağı Gavurdağıdır. Türkmen yiğit Dadaloğlu’yu Gavurdağında efkâr tutmuş haykırıyor “Yine tuttu Gavurdağı’nın boranı/hançer vurup deşti acılarımı”
Şimdi adı Nurdağı olan dağda otobüslerin durduğu aşevleri, çay bahçeleri vardı. Otobüsler Alman Pınarı’ndan, eski yoldan, uçurum kıyısındaki incecik yoldan geçmiyor artık. Gavurdağındaki pınarlardan su içememek ne kötü. Ne kötüdür bir gece vakti Gaziantep’ten Ankara’ya gelirken, işte dağın oralarda, ay aydın bir gecede bir gümüş dereciğin dağın serinliklerinden Çukurova’nın sıcağına şırıl şırıl indiğini bir daha görememek!
Ankara’nın sıcağında ülkenin serinliklerini düşünebilmek iyidir. Çukurova’nın sıcağını, güneydoğunun suya hasret toprağını düşünebilmek iyidir. Yine de iyidir, Harran Ovası’nın kerpiç toprak bir evinde, gölgesiz güneşin kararttığı buruşmuş elleriyle ihtiyar bir ninenin ak yüreğinden sunduğu çayı içtiğini düşünebilmek!