BU GIŞINDA MİSAVİLLİĞE GEMEDİNİZ!.
Kocaelimizin köylerinde, geçmişte sonbahar ve kış günlerinin misafirliği çok canlı ve bir o kadar da önemliydi.
İnsanlar, şehre çok nadir giderlerdi geçmişte. Özellikle İzmit’e yılda bir kere ancak gidilirdi.
O da harman sonu, ele avuca biraz para geçtiğinde. Harman sonu düğünler, cemiyetler olur, bazı yerlerde de panayırlar olurdu. İnsanlar ancak böyle zamanlarda birbirini görür ve ihtiyaçlarını giderirlerdi.
İzmit’e gelindiğinde ise GAZ ve genellikle TUZ alınırdı. Birde kılık kıyafet. Köy insanının KİŞİLİK denen, insan içine giderken, düğün ve derneğe giderken giydiği bir gömleği, ceketi ve pantolonu vardır. Onu da beş-altı sene giyerlerdi.
Kadınlar da şehre giden büyüklere genellikle kumaş siparişini verirlerdi. O kumaşlardan mintan ve şalvarlar, köylerde bulunan terzilere diktirilirdi.
Özellikle genç kızlar ve kız çocuklarına çember (başörtü) alınırdı.
Yetişkin kadınlar, ÖRTME dedikleri başörtülerini, kendi dokudukları keten bezlerinden yaparlardı. Ak kenarlı, Gök kenarlı keten kumaşlardan.
Şehirden gelen büyüklerin, köye eve gelmesini ev halkı merakla beklerlerdi.
Acaba bize ne alındı diye.
Çocuklarda, akide şekerini, yer fıstığını ve bazende bir tane de olsa portakalı dört gözle beklerlerdi.
Şehirden gelen, satın alınan öteberiler zembille getirilirdi, genellikle.
Ev halkının gözleri önünde açılan zembil ve içinden çıkarılanlara odaklanırlardı insanlar, bütün dikkatleriyle…
Alınanlara sevinilir, alınamayanlara da çok üzülünürdü. Nede olsa bir yılın hayallerive beklentileri zembilden çıkanlardı.
İşte, tam bunların yanında, artık sonbahar gelmiş, köylerde işler iyice azalmıştır.
Misafirlikler başlar.
Eş, dost ve akrabalara misafirliğe gitmek çok heyecan verirdi köy insanına.
Öyle ya, hemen hemen bir yıldır, görmediğin insanları ziyarete gidiyorsun. Onları merak ediyorsun.
Televizyon yok, radyo yok. Ulaşım atla veya öküz arabasıyla olduğu zamanlar.
Misafirliğe ya atlarla gidilir veya saatlerce yaya olarak yürüyerek gidilirdi. Bazen haberli bazen habersiz. Çoğunlukla da habersiz gidilirdi. Haber nasıl verilecekti ki zaten…
Köye doğru gelen misafirler, köylüler tarafından uzaktan izlenirdi. Kim oldukları ve kime misafir gelindiği ile ilgili ilginç konuşmalar ve espriler şakalar yapılırdı.
Gelen misafirler, tanınınca ve kime geldikleri anlaşılınca bazıları sevinç, bazıları da burukluk yaşardı.
Sevinenler, misafiri alıp evlerine götürürler, diğerleri de buruk bir şekilde evlerine dönerlerdi.
Gerçi gece, yemekten sonra, misafir gelen eve hemen hemen tüm komşular da gelirlerdi ya.
Kadınlar bir tarafta, erkekler başka bir odada hem sohbetler yapılır, hem de meyveler yenir, kahveler içilirdi. O zamanlar çok çay yoktu. Ama çay yerine kekik, ıhlamur ve ayva yaprağı çayları da içilirdi.
Kadınlar ise, oyun oynarlardı. Bu kadınlar için büyük fırsattı. Her köyde hemen hemen tef çalan, türkü söyleyen biri bulunurdu.
Şakalar, espriler gırla giderler, hatta gelen misafirleri oynatırlardı. Köyün genç kızları da yaşlı teyze ve nineleri oynatmaktan ve beraber oynamalardan çok zevk alırlardı. Bu etkinlikler, kadınlarda olsun, erkeklerde olsun, tam bir kaynaşma ve bütünleşmeyi sağlar. İnsanlar ve komşular arasında kopmaz, güçlü bağları oluştururlardı.
Eğer haberli gelinmişse, tavuklar, ördekler ve hindiler muhakkak kesilmiştir gündüzden ve pişirilmiştir. Bunun yanında gözleme, cizleme ve bazlama muhakkak vardır.
Tabi önce olmazsa olmaz çorbalardır. Kesme Çorbası, Tarhana Çorbası, Umaç Çorbası, Dımbıl Çorbası vb gibi…
Yemek sonrası kadınlar, oyunlarını oynayagoysun. Erkeklerde genellikle yüzük oyunu oynarlar. Askeri anıları anlatılır ve bazende avcılık ve define sohbet konusu olurdu.
Gece yarısı, üçe, dörde kadar bu beraberlik sürer.
Çünkü; insanlar insan yüzü görmeye hasrettirler. Nasıl olsa fazla iş güç yok, kış günü.
İnsanlar birbirini düğünlerde, kınalarda, duvaklarda veya cenazelerde, mevlütlerde görebiliyorlardı.
Sabah olduğunda, yine çok samimi ortamlarda kahvaltılar yapılırdı.
En büyük sıkıntı, insanların özellikle, kış günlerinde ısınma meselesiydi. Evler soğuk olurdu.
Çünkü; soba yoktu, o zamanlarda. Odanın bir köşesinde, OCAKLIK denilen, ateş yakılan bir yer vardı. Yemekte orada pişer, ısınmada oradan olurdu. Odanın içi de pek ısınmazdı. Ocakta yanan ateşin ısısı, bacadan çıkar giderdi. Ocaklığın bir tarafında ÜSTGIY denilen bir yer vardı. Orada koyun postu (pösteke) olurdu. Orası da evin en büyüğüne aitti. Dedelerin, babaların yeriydi. Diğer taraftan ocaklığın, yanan ateşin alt kısmında bir minder veya pösteke vardır ki, orada da Gocaanalar veya analar otururdu. Orta yerlerdi. Evin diğer halkı fazla da yer olmadığı için bazen ayaklarını uzatır onları ısıtırlardı. Bazende üşüyen sırtlarını, arkalarını ocaklığa doğru dönerek ısıtırlardı.
Tabi ocaklığın ateşi de etkili olurdu. Gocaman meşe ve gürgen kütükleri, sağına soluna diğer odunlarda konur öyle yakılırdı.
Evler genellikle, yerli halkımızın evleri iki katlı olup, alt katta hayvanlar ve koyunlar olurdu ‘’ ne de olsa mal canın yongasıdır’’. Üst katta insanlar olurdu. Hayvanlar evin ısınmasında üst kata katkıda sağlarlardı.
Evin içinde büyüklerin oturduğu, kalktığı ve yattığı yere ‘’ İÇE veya KÖSK’’ denirdi. Genellikle ev halkıda yemeğini, toplanmasını orada yapardı.
Yazın ise, HAYAT denilen evin en geniş orta yerinde oturulur ve yemekler yenirdi.
Hayattaki buğday, arpa, yulaf ve keten çuvalları da koltuk görevi yaparlardı.
Neyse, misafirliğe dönecek olursak, sabah yemekten sonra misafirler uğurlanır, köyün ta dışına kadar. Harmanlara kadar. Uğurlama sırasında duygusal anlarda yaşanırdı.
Özellikle kadınlar, bir taraftan ne iyi ettiniz de geldiniz. Gene gelin, gene bekleriz emme, derken titrek ve duygulu seslerle, diğer taraftan çember ve örtmenin ucuyla da gözyaşlarını silerlerdi.
Öyle ya, bir daha ya görecekler, ya göremeyecekler. Telefon yok, taksi yok. Ulaşım maalesef…
Misafirler, böylece gözden kayboluncaya kadar el sallanarak uğurlanır ve bulundukları yerden ev halkı ayrılmazdı.
Yıllar geçti, şartlar değişti. İnsanlar birbirini görür oldu. İletişim ve ulaşım kolay oldu.
Artık o eski misafirlikler yok. O duygular, o saflık ve samimiyette maalesef epey gitti.
Bir de korona yaşandı. Geliş ve gidişler daha çok törpülendi ve engellendi. Bu atmosfer içinde, bir kışı da böylece geçirmek üzereyiz ki bahar geldi bile…
Eskiden gelip gitmeler de böyle kopukluk olsaydı, özellikle büyüklerimiz, o saf ve samimi halleriyle ve de yöresel dilleriyle eminim şöyle derlerdi.
‘’ Bİ GIŞ GEÇTİ, MİSAVİLLİĞE BU GIŞTA GEMEDİNİZ. İNSAN BU ZAMANDA BİRBİRİNE GÖZ GÖRE GÖRE HASRET GİDECEK BU ÖLÜMLÜ DÜNYADA’’
Şartlar ne olursa olsun, biz yine de birbirimize, dost, akraba ve arkadaşlar olarak sıcak iletişimi devam ettirelim ve selam sabah da sloganımız olsun.
Uğurlanan misafiri gözden kayboluncaya kadar beklemek ne güzel bir gelenektir… Biz biz olarak kalabilecek isek bunlar sayesinde kalabileceğiz. Bu ve benzeri değerlerimizi nesillerimize aktarabildiğimiz sürece var olacağız. Bizim biz olduğumuz zamanları ne güzel anlatmışsınız hocam.Elinize sağlık.
Yaşayan kültürün geçmişten günümüze, günümüzden de geleceğe aktarımı ve tarihe not düşme adına güzel bir içerik olmuş…
Bizi biz yapan, o samimi ve içten insani değer ve özelliklerimizi kaybetmeden, onları hayatımızın öncelikleri arasında canlı tutabilirsek, hayat daha bir anlamlı, değerli ve yaşanası olacaktır…
Yüreğinize sağlık…
Elinize,yüreğinize sağlık.Bu kültürümüzü gelecek kuşaklara,anlatmak, göstermek güzel bir çalışma,bende Ekim ayı darı bozumunda ,1954’de dünya’ya gelmişim.Bana çocukluğumu hatırlattınız. Teşekkür eder, başarılarının devamını diliyorum.