ANADOLU’NUN NESLİ TÜKENEN YABAN HAYVANLARI
Anadolu’nun yabanıl yaşam alanları:
Dünyada kıtasal özellik gösteren, birçok türün anavatanı ve özellikle geçmişteki jeolojik ve iklimsel değişikliklerden etkilenen canlılara barınak olan Anadolu coğrafyası, dünyadaki herhangi bir kara parçasından çok daha fazla biyolojik öneme sahiptir.
Anadolu’nun coğrafik konumu, topoğrafik özellikleri ve iklim değişiklikleri nedeniyle, geçmişte ve günümüzde canlıların bileşimini ne denli etkilediğini bilmenin yanı sıra, on bin yıldır hüküm süren Anadolu medeniyetlerindeki sosyolojik olayların, hayvanlar üzerindeki etkilerini bilmek, bu toprakların sahibi olan bizlerin kaçınılmaz görevleri arsındadır. Eğer bu bilinci kazanamazsak, çok kısa bir zaman dilimi sonrası ağır suçlamalarla karşı karşıya kalacağımız gibi, insanlığın ortak mirası olarak kabul edilen canlı varlıkları koruyamama nedeniyle bu zenginlik, hatta bu kara parçası üzerindeki haklarımız tartışmaya da açılabilir. Günümüzde bazı yaban hayvanı türlerinin bazı ayrılıkçı isimler ile telaffuz edilmesi karşısında gösterilen ulusal tepkiler, bu görüşü doğrular niteliktedir.
Tarihsel süreç içinde durmaksızın değişken bir döngü, yeniden doğuşları besleyen yok oluşlar, artlarında belirsizlik ve şaşkınlık. Giderek insanın değiştirme gücünün farkına varması sonucu, insanlarla hayvanların varoluş mücadelesi. Bunun sonucunda yaban hayatının bileşiminin değişmeye başlaması. İşte tüm bu olgular ekolojik değişimlere yol açmıştır.
Ekolojik değişimler sadece insan eliyle olmuyor. Örneğin buzul çağının başlaması güneye doğru yavaşça inen bir yok oluş sürecidir. Bunun aksi olarak güneyli sıcak havaların kuzeye ilerlemesi kim bilir nasıl oluşumlara yol açtı. Bunlar insan etkisiyle olmayacak değişimlerdir. Bunun yanı sıra insana bağlanacak nedenler de var. Özellikle savaşlarda sırf zarar vermek amacıyla yakılan ormanlar tarihten öğrendiğimize göre oldukça fazladır. Tarım amaçlı açmalar o günlerde de vardı. Keza gereksinimi için olmayan ama o günün insanın şan, şöhret kazandıran büyük yabanıl hayvanların avlanması, tutsak edilmesi günümüze kadar yansıyan ekolojik değişim ve oluşumlara yol açmıştır. Bu nedenlerle yaban hayatının bir bölümü günümüze kadar ulaşmadan tarihteki yerini almıştır.
Yaban hayatının insana zararı, bizim onların yaşam alanına musallat olmamızla bağlantılıdır. Büyük yırtıcıların insanın hedefi olmasının bir sebebi de, yaşlanan yırtıcıya en kolay avın silahsız insan olmasıdır. Bunun sonucu büyük yırtıcı hayvanları, hem intikam amaçlı hem de öyle güçlü bir yırtıcıyı avlamanın insana kazandıracağı şeref ve saygınlık uğruna yok edilmişlerdir.
Günümüzden 2000 yıl önce soyu tükenmiş hayvanların yaşam ortamları hemen hemen insan ile aynıdır. Dolayısıyla insanın egemenlik alanında yaşam şansı kalmayan otoburlar tarih sahnesini en büyük ve güçlü rakibi insanoğluna bırakıp silinip gitmişlerdir.
Doğada bir türün fert sayısı belli bir düzeyin altına indiğinde artık neslin devamlılığı tehlikeye girmiş demektir. Bu nedenle giderek sayıları azalan türler, zaman içinde yok olup gitmişlerdir.
Etobur yırtıcıların yanında otobur yaban hayatında da günümüze ulaşmayan türleri sıralarsak:
Asya Fili (Elephanus maxima asurus): M.Ö.I. Yüzyıla kadar başata Fırat ve Dicle kıyılarında, Maraş, Hatay, Çukurova bölgelerinde varlığını sürdürüyordu. Asur kralları, M.Ö.8. yüzyılda bu günkü Harran ve Habur çayı çevresinde fil avına çıkıyorlardı. 1970’li yıllarda Kahramanmaraş’taki Gavur gölü kurutulması çalışmaları sırasında bütünlüğünü korumuş bir fil iskeleti ile karşılaşılmış ve iskelet Kahramanmaraş müzesine kaldırılmıştır.
Anadolu’da yaşayan en büyük hayvanımız olan Asya fili, yaşama alanlarını insanların kendi
lehlerine kullanmaları sonucu tarihteki yerini almıştır.
Asya fili
Yabani Sığır (Bos primigenius): Evcil sığırların atası olan bu tür, M.Ö.I. yüzyılda Anadolu’da sık görülüyordu. Gücün simgesi olan yabani sığırlar, Hititlerin kutsal hayvanıydı. Bu gün Hititlerden kalma birçok heykel ve kabartmada yaşıyorlar.
Asya sığırı
Yaban Eşeği (Equus hemionus anatoliensis) : 12. Yüzyıl sonuna kadar bilinen ve
özellikle Anadolu’ya has bir türdü. Kaynaklar, Doğu ve Güneydoğuda, Murat ve Karasu havzalarında yaban eşeklerinin yaşadığını belirtiyor. M.Ö. 1200 ve 500 yılları arasında Frigya ve Lidya’da yaşadığını bildiğimiz yabaneşeklerini Sümerler askeri amaçla evcilleştirmişlerdir. Bu savunmasız hayvanın on bin yıllık medeniyetler çatışmasına sahne olan Anadolu’da 12. Yüzyıla kadar yaşaması da mucizedir.
Yaban eşeği
Aslan (Panthera leo persica): Eski çağlarda Karadeniz hariç, Anadolu’nun tüm bölgelerinde görülürdü. Kaynaklar, aslana 13. yüzyılın sonundan itibaren pek rastlanamadığını belirtiyor. Son yapılan bilimsel çalışmalar ise 19. yüzyılda Fırat Havzasında, Birecik çevresinde varlığını koruduğunu kanıtlıyor. Anadolu’daki son kayıt 1880, Birecik’tir. Aşağı Fırat Havzasında yaşayan bu hayvan bu tarihten sonra bir daha görülmemiştir.
Asya aslanı
M.S 3. Yüzyılın başında yazan Aelianus, Pangeus tepesinde (Trakya) ayının yanı sıra aslan da bulunduğunu belirtmektedir. (Hist. Animal., III, 13)
Tchıhatchef’e göre; Trakya’nın sert iklimi bu yörede aslan bulunmasına karşı bir kanıt
olarak ileri sürülemez. Çünkü, Aucher-Eloy ( Relat.d’un voyage en Asie, II. Bölüm, s. 632 )
İran’da, Zardaku dağının hiç erimeyen karların hemen yanında aslanlarla karşılaşmıştır.
Humboldt’a gönderilen ve Zeitschr. Für allg.Erdkunde, c.II, s.42’de yayımlanan bir
mektupta, Cezayir’in meşhur aslan avcısı, Aures dağlarında sürekli aslan bulunduğunu ve bu
hayvanların sıfırın on derece altına kadar inen sıcaklıklara çok rahat dayandıklarını anlatıyor
ve genellikle aslanın aşırı sıcaktan çok aşırı soğuğa dayanabildiğini ekliyor: Yeter
ki avlanabileceği hayvan sürüleri ve ormanlar bulabilsin”. Bu konuda son derece uzman bir
yargıcın bu son gözlemi belki de aslanın yüzyıllardır sürdürdüğü garip geri çekilme
hareketini, Helen ve Anadolu yarım adalarını ve Suriye’yi yavaş yavaş boşaltıp, Ammien
Marcellin zamanında çok yaygın olduğu (XVIII, 7), Dicle ve Fırat’ın geçtiği ülkelerde bile
artık kalmadığını açıklamaktadır. Gerçekten de bu yörelerde görülen çok büyük nüfus azalması ile bu olayın at başı gitmesi işi iyice içinden çıkılamaz hale getiriyordu. Çünkü insanın varlığı genellikle yırtıcı hayvanlarla bağdaşmaz ve insanın boşalttığı alanlara yırtıcı hayvanların geri dönecekleri düşünülebilirdi; ama tam tersine insanın azalması hayvanlarında geri çekilmesine yol açmış gibidir ve anlaşılmaz olan da budur. Bu bilmece, ormanların yok edilmesiyle nüfus ve dolayısıyla evcil hayvan azalmasının birleştiklerinde, aslanın eskilerin zamanında yaşadığı birçok bölgeyi terk etmesini belirleyen ana nedenler olarak kabul edilirse, kendiliğinden bir çözüme kavuşur.
Çita (Acinonyx jubatus) : Milattan önceki dönemlerde Batı, Orta, güney ve Güneydoğu Anadolu’da çok yaygındı. 15 ve 16. yüzyıllarda Osmanlı sultanları geyik ve ceylan avına çıktıklarında, eğitilmiş çitalar kullanıyorlardı. Aşağı Fırat Havzasında 19. Yüzyıla kadar yaşadığı bilinmektedir. Zaman içersinde bu hayvanın beslenmesinde önemli yer tutan ceylanların ortadan kalkmasıyla, bölgeden çekilmeleri ve giderek tarihteki yerlerini almaları söz konusudur.
Asya çitası
Kaplan (Panthera tigris virigata) : Anadolu’daki son kayıt 1970, Hakkari Uludere
olarak saptanmıştır. Türkiye, İran, Irak üçgeninde yaşamış olduğu bilinen kaplanın Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da yaşamış olduğu, 1970 yılında Hakkari ile Uludere ilçesinde Şehit Şen
tarafından vurulmuş kaplanın 122 cm uzunluğundaki postu halen Ali Üstay müzesindendir.
Prof. Dr. Turan Baytop’unda kaplan ile ilgili incelemesi olduğu bilinmektedir. Van yöresinde kaplan popülasyonunun incelenmesi için 1970 yılında Kolombiya Zooloji Parkı ile yazışmalar yapıldığı düşünülürse, Anadolu’muzda hatırı sayılır miktarda kaplanın bulunmuş olduğu anlaşılmaktadır.
Hazar (Asya) kaplanı
Kaplanın Siirt ve Hakkari arasındaki bölgede yakın zamanımıza kadar yaşadığı, daha
sonra bu bölgelerden hiçbir ihbar alınamadığı bilinmektedir. Bu durumu büyük yırtıcıların
zaman içersinde güneye doğru çekilmelerine bağlamak mümkün olabilir.
Anadolu Parsı (Panthera pardus tulliana Valenciennes) : M.Ö. 51 yılında Roma Hükümetinin Kilikya Valisi olarak, Anadolu’nun Toros-Antitoros, Amonos dağları ile deniz arasındaki güney doğu bölgesinin idaresini verdiği, Cicero’nun Coelius’a yazdığı mektuplara göre; Afrika türlerinden farklı olan Anadolu’da canlı parsların avlanması çok önemli bir hal değildir. Bu avlanmalar Likya (doğu güneyin çıkıntı halindeki kısmı) , Lokonya (Toroslarla Konya arasındaki kısım) ve Kilikya’dır. Bu günde parsların yaşamış veya muhtemelen bulunacakları yerler, bu eski eyaletlerin içindedir. Plinius gibi diğer bazı yazarlar da küçük Asya’da parsın mevcut olduğunu işaret etmişlerdir. Anadolu için endemik olan ve çok eski zamanlardan beri orada yaşayan parsın hayvan coğrafyası bakımından önemi büyüktür.
Tchihatcheff’in büyük seyahat kitabında, 1850 yılında kendi avladığı parsın resmi bulunmakta ve Panthera pardus tulliana Valencıennes adı verilen bu ırkın, Küçük Asya’dan takriben Transkafkasya’ya kadar yaşadığı kabul edilmektedir.
Anadolu parsı Tchihatcheff tarafından çizdirilmiş resmi
Charles Danford’un 1875 ve 1879 yılındaki seyahatlerinden edindiği bilgilere göre ; 20.11.1879’da Osmaniye yakınında Gavur dağında vurulan dişi bir parsın ölçüleri : Baş ve gövde uzunluğu takriben 150 cm. Kuyruk uzunluğu 94 cm. Omuz yüksekliği 66 cm’dir. Buna ait kafatası ile iskelet 1931’de Whittal tarafından Karacahisar’da vurulmuş bir parsın postu ile birlikte Britanya Natural History müzesindedir.
1942 Yılında İzmir ili Urla ilçesi dağlık alanında bir çoban tarafından yavru pars yakalanmış ve İzmirli tanınmış avcılardan Murat Türkmenoğlu’na satılmıştır. Murat Türkmenoğlu tarafından 9 ay bakılan pars büyüyünce İzmir hayvanat bahçesine armağan edilmiştir. İzmir hayvanat bahçesinde gösterime sunulan esaret altındaki “zoza” adlı parsın fotoğrafı, 1946 yılında İstanbul Üniversitesi fotoğrafçısı Cafer Türkmen tarafından çekilmiştir.
Atatürk Orman Çiftliği Ankara Hayvanat Bahçesi fil damı denilen binanın 2. Katındaki tahnit edilmiş Anadolu Parsı, 1952 yılında Aydın ili Dilek Yarımadası Dilek dağında, Kırk basamak mevkiinde, Güzelçamlı köyünde, Afyonlu Mehmet (Mehmet Karabulut) kapanla yakalamıştır. Ankara Hayvanat Bahçesinde 6 yıl yaşamıştır. Adı “Efe” olarak konmuştur. Tam boyu (burun ucundan kuyruk ucuna kadar) 170,5 cm’dir.
Anadolu Parsının yaşadığı yerleri tespit çalışmaları 1953 yılında, İzmir’in Hinterlandında Tire civarındaki Güme dağlarından başlayarak Aydın dağı, Efes harabeleri v.s de dahil olmak üzere geniş bir sahada yapılmıştır. Buna göre; Güme dağı, Aydın dağı bunların devamı Cibe dağı, Kuyumcu dağı, Kapulu dağı, Boğazı dağı, Selatin dağı, Kartal dağı gibi dağ silsilelerinde bulunduğu bildirilmiştir. Kuşadası, Şirince, Akçaşehir, Akyurt, Hisarlık köyü, Hamzabey ve Büyük Kale gibi yerlerde de Parstan bahsedilmektedir.
Bursa ilinde (Gemlik, İznik, Karacabey, Yenişehir ve Orhangazi) ve Çanakkale çevresindeki dağlık sahada da Pars yaşamıştır. Evvelce bu yerde Turuva bulunuyordu. Homer’in pars avı da büyük bir olasılıkla burada yapılmıştır.
Evliya Çelebi seyahatnamesinde İzmir Sığacık yöresinde ve Şebinkarahisar ve Erzincan civarında Pars görüldüğü doğrulamaktadır. Selçuk-Efes arasındaki “kaplanboğazı” mevkii ismi üstünde parsın bu yörede çokça bulunduğunun bir işareti sayılmaktadır.
Anadolu’daki son kayıt, 1974 Beypazarı olarak bilinmektedir. 17 Ocak 1974 Yılında Ankara ili Beypazarı ilçesinin 5 km batısında Bağözü köyünden Havva Köksal adlı kadına saldırıp, kolunu iki yerden kıran ve köy bekçisi Ahmet Çalışkan tarafından vurulan parsa ait tahnit Ankara MTA Tabiat Tarihi Müzesinde sergilenmektedir.
Sazlık kedisi (Felis caus Güldenstaedt): Bu türlerin önceki sayıları hakkında bir fikir olmamasına rağmen, tarım için hızla alan kazanıldığı güney illerimizde, hızla küçülüp kaybolan sazlık ve çalılıklarla beraber, bu kedilerinde hızla yok oldukları bilinen bir gerçektir.
Sazlık kedisi
Kunduz (castor fiber): Çoğunlukla susamurlarıyla karıştırılan Avrasya kunduzu, bir zamanlar Avrupa’da Moğolistan’a kadar uzanan sulak alanlarda yaşıyordu. Bu gün bu olağanüstü geniş coğrafyanın çok küçük parçalarında, örneğin Finlandiya’da seyrekte olsa görülüyor. 20. yüzyılın başlarında Habur çayında, Yukarı Kızılırmak kıyılarında ve Sultansazlığı’nda ve Çukurova’daki sulak alanlarda görüldüğüne dair kayıtlar bulunmaktadır. Ama daha sonra Anadolu’da hiç görülmedi.
Kunduz
Ceylan (Gazella gazella): Elli beş- altmış yıl önce Antakya’da Belen geçidinin 7-8 km güneyine doğru gidildiğinde, ormanla yaylalar arasında rastlanması mümkün olan bu ender memelimiz, artık buralarda aranmakla da bulunamıyor.
Dağ ceylanı
Not: Gazella subgutturosa Güldenstaedt (Acem gazeli, Kursaklı ceylan) ise, Urfa’nın Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliğinde korunmakta ve üretilmektedir. Çiftlik arazisi dolaşıldığında bir günde 30-40’lık 8- 10 sürüye rastlamak mümkün olabilmektedir. Fakat hayvanların acımasıca avlandıkları çiftlik dışında bir tek örneğe rastlamak mümkün değildir.
Arap tavşanı (Allactaga williamsi laticeps Nehring) 1938-1939 Yıllarında Ankara Gerede arasında gece otomobille seyahat edip de 1-2 Arap tavşanına rastlamamanın olanaksız olduğu eski avcılarca bildirilmesine karşılık, bu gün bir tekine bile rastlamak mümkün değildir.
Arap tavşanı
Sonuç olarak:
Birkaç istisna dışında memeliler açısından tüm olumsuzlukların sınai süreci ile birlikte son yarım yüzyılda meydana gelmesi, insanlık açısından hiç de affedilecek bir sonuç değildir. İnsanlarımız doğal varlığımız olan memelilerin resimlerini dahi çocuklarına gösteremez duruma gelmiştir.
Ekonomik sorunlarımızın öncelikli olarak gündemde tutulması, doğal varlığımız olan yabani memelilerimizin varlığını tehlikeye düşürmemelidir. Çünkü geç kalındığında on binlerce yıllık evrim sonucu ortaya çıkmış bu varlıklarımızı bir daha geri getirmek mümkün olmamaktadır. Unutulmamalıdır ki ekonomik krizler aşılabilir, fakat ekolojik krizler (ekokriz) sonucunda, doğal varlıklarımız antropojen etkinin altında kalarak doğal özelliklerini gün geçtikçe yitirerek tarihteki yerlerini almaktadırlar.
Anadolu topraklarındaki haklarımızı tartışmalı hale getirmemek için, o topraklarda şimdiye kadar yaşamış ve halen yaşamakta olan bütün varlıkları en ince ayrıntılarına kadar bilmek ve tarihsel olarak sahip çıkmak, ekolojik öncelikli olarak korumak yaşamsal görevlerimiz arasındadır.