PEYGAMBER NE DEMEKTİR? -1-
Hz. Peygamber’in kültürümüzde büyük bir yeri var.
Türkiye’de bütün askerler birer Mehmetçiktir, yani küçük bir Muhammed’dir…
Peygamber’e ait Mehmed, Mustafa, Ahmed ismini taşıyan; Peygamber’in yakınlarına ait Hatice, Fatma, Emine, Ayşe, Ali, Hasan, Hüseyin isimli on milyonlarca insanımız var.
Peygamber sevgisi iliklerimize işlemiş…
Kız isterken, “Allah’ın emri Peygamber’in kavliyle.” diyoruz….
Erkek evlatlarımızı sünnet ediyoruz…
Dolayısıyla, öncelikle ‘peygamber’ kavramını sonra kendi peygamberimizi çok iyi tanımamız gerekiyor.
“BizKandırayız” platformunda bu çerçevedeki kitabî bilgileri bir seri halinde vermeye çalışacağım.
*
Peygamber kelimesi dilimize Farsçadan girmiş olup, elçi/resûl, haberci/nebî, kılavuz/hâdî, uyarıcı/nezîr, müjdeci/beşîr anlamındadır. Türkçede peygamber dendiğinde daha ziyade nebî ve resûl kavramları öne çıkmaktadır. Peygamber kelimesinde; elçi, haberci, kılavuz/lider ve uyarıcı kelimelerinde olmayan bir esrar, kutsallık ve olağanüstülük bulunduğu görülmektedir. İnsanoğlu, kavrayamadığı kişi ve nesneleri daima gözünde büyütüp onlara gizemli, olağanüstü bir hava katmaya meraklıdır. İnsandan ‘Tanrı elçisi’ olamayacağını; Allah’ın –elçi gönderecekse– kendi katından ontolojik yapısı farklı bir varlık (melek) göndermesi gerektiğini iddia ederek, “Daha düne kadar çelik-çomak oynadığımız, koyun güttüğümüz bu adam mı bize kılavuzluk edecek?” düşüncesiyle kendileri gibi bir insanın peygamber olabileceği fikrini reddetmişlerdir; yani mesele Hz. Muhammed’in reddiyle sınırlı değildir.
Oysa Kur’ân’ın peygamber algısı son derece basit ve berraktır: “Gerçekten ‘hak’tan gelen bir gerçek” olarak son derece gerçekçi bir kitap olan Kur’ân’a göre; her şeyden önce, insana insan gönderilir. İnsanoğluna kendi cinsinden, yani insan peygamber gönderilmesinin, putperest mantığın istediği melek peygamberin önderlik ve örnekliğinden çok daha etkili olacağı muhakkaktır. Tabiî, peygamber normal bir insan olduğu için, iki insan arasında vuku bulabilecek her şey peygamber ile kavmi arasında da ortaya çıkmaktadır: Sevgi-nefret, dostluk-düşmanlık, haset, mücadele… Sadece Allah’tan kimse arlanmaz; sadece Allah’a kimse haset etmez; peygambere ise ancak büyüklüğü tahakkuk ettiğinde haset edilmemekte (Mesnevî, çev. Veled İzbudak, gözden geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul: MEGSB, 1988, II, 62, b. 813-814); bu kez de alabildiğine yüceltilmeye başlamaktadır Peygamberlerin reddedilmesinde temel saik, inançtan ziyade bu beşerî duygulardır; sen–ben meselesidir. Nitekim Hz. Muhammed’e de yaşlı-başlı, kerli-ferli adamlar; Cahiliye çağının yetiştirdiği çıkarcı ve taklitçi ‘aydın’lar; “Atalarımızın izinde gitmek varken, çoluk-çocuğun peşinden mi gideceğiz!” diyerek, iman etmemişlerdir. Ancak, Peygamberi delilikle suçlayan bu ‘akıl’dânelerin, bu ‘ebulhikem’lerin âkıbetinin nice olduğu malumdur.
Öte yandan, peygamberlik ilk insana kadar uzanır; ilk insan aynı zamanda ilk peygamberdir. Daha sonra gelen ‘bütün’ toplulukların bir rehberi ve uyarıcısı olmuştur. Ancak bunu dünya üzerindeki her toplumun mutlaka bir peygamberi olmuştur, şeklinde anlamak yanlış olabilir. Nitekim Hz. Muhammed’den evvel Araplara bir uyarıcı gelmediği belirtilmektedir (YâSîn 36/6); buradaki “her/bütün” kelimesini çokluktan kinaye olarak anlamak daha münasiptir. Bir kavme iki peygamber gönderilebildiği gibi (Musa-Harun), aynı zaman diliminde değişik yerlere değişik kişiler de gönderilebilir (örn. İbrahim–Lût).
Kur’ân, peygamberliği evrensel bir olgu olarak görmektedir. Peygamberler ilkin kendi kavimlerine gönderilmekle birlikte, ilettikleri tebliğat sadece o yöreye ait değildir; bütün insanlar ona inanmak ve onu izlemek zorundadır. Peygamberler arasında ayırım yapılmaması Kur’ânî bir gereklilik olup ayrımcılar (muktesimîn) şiddetle kınanmışsa da peygamberliğin her peygamberde aynılık arz eden yeknesak bir müessese olmadığı anlaşılmaktadır; bazı peygamberlerin öğretileri diğer bazılarınınkinden farklı da olabilir. Çünkü “ilahi vahyin gayesi, kâinatta mevcut her şeyin, kendisine tayin edilen saha içinde inkişâf ederek mükemmelleşmesini sağlamak” (Cumalıoğlu, “Vahyin Şümûlü”, VII/87, s. 6) olduğundan, sonraki peygamberlerin öğretileri öncekilerin bazı öğretilerini tâdil etmiş veya yürürlükten kaldırmıştır (نَسخ). İlk peygambere gönderilen vahiyle son peygambere gönderilen vahiy elbette aynı olmayacaktır; çünkü insanoğlu değilse de yaşadığı dünya ve onu çevreleyen sosyal hayat hemen her açıdan değişmiş, başkalaşmıştır. Ancak, tekâmül etmesi mümkün olmayan temel [imanî ve ahlakî] hakikatler, bütün öğretilerde aynen ibka edilmiştir.
“Hakk’ın iki (temel) sıfatı vardır; kahır ve lütuf. Peygamberler her ikisine de mazhar olmuşlardır; müminler Hakk’ın lütfuna, kâfirler ise Hakk’ın kahrına mazhardırlar. İman ve ikrar edenler kendilerini nebîlerde görür ve kendi seslerini onlardan işitir, kokularını onlardan alırlar. Kimse kendi varlığını inkâr etmez.” (Mevlâna, Fî-hi mâ fîh, Meliha Anbarcıoğlu, MEB, İstanbul, 1990, s. 334. Bu olgunun izahı için bkz. Sülün, İman-Amel İlişkisi, s. 462-467)
Mevlâna, bu gerçeği Hz. Peygamber’e söylettiği şu sözlerle dile getirir:
“Ben ayırıcıyım; benden bir saman çöpü bile geçmesin diye kalbur gibi her şeyi eler, ayırt ederim. Bunların nakışlardan, suretlerden ibaret bulunduğunu, onlarınsa can olduğunu göstermek üzere unu kepekten ayırırım. Ben Allah’ın terazisiyim… Öküz elbette bir buzağıyı tanrı tanır; eşek müşteri olup bir şey alsa elbette ham kavun alır. Ben öküz değilim ki beni buzağı satın alsın; ben diken değilim ki beni deve yesin. O, bana cevrettiğini zanneder, halbuki hakikatte adeta aynamı siler, cilâlar.” (Mesnevî, II, 159-160, b. 2083-2094)
Peygamberler her şeyden önce, sosyal adaleti gerçekleştirmek amacıyla hak-hukuk mücadelesi için görevlendirildiklerinden, onlara elbette hak ehli inanacak, zalimler inanmayacaktır. Peygamber; bu dâva adına canını bile tehlikeye atar, savaşmaktan kaçınmaz. Ancak bunun için şartların oluşması gerekir. Sözgelimi Hz. İsa Roma istilâsına ek olarak Yahudi entelijansiyasının düşmanlığına da maruz kaldığı için, bütün hayatı zaaf ortamında geçtiğinden, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” ve “Sağ yanağına vururlarsa, sol yanağını çevir” demek zorunda kalmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’e de Mekke döneminde savaş emredilmemişti. Savaşın emredilebilmesi için, Medine devri beklenmiş ve hakkın-hukukun önündeki ‘takoz’larla kıyasıya mücadele edilmiştir. Ama bu savaş, “Ben galip geleyim de dünyayı zapt edeyim” diye değildir. Peygamber, mânen ölü durumda bulunanları diriltmek için gelmiştir; amacı insanları helâkten kurtarmaktır. O, insanların başını ‘yüceleyim, devlete erişeyim’ diye kesmez. Kesse kesse, bütün âlem kurtulsun diye dinden-imandan nasipsiz ekâbirlerin başını keser.” (Mesnevî, III, 373, b. 4550-4555) Bu engeller bertaraf edildikten sonra, onların ayarttığı müstaz’af kitleler fevç fevç doğru yola gireceklerdir.
Birer lider (kılavuz) olan peygamberler, Hak Teala’dan aldıkları ruh ve dinamizm ile toplumlarını harekete geçirmişlerse de bütün peygamberler toplumlarını dönüştürebilmiş değildir; başarılı olanlar kadar başarısız olanlar da vardır. Kur’an’da defalarca belirtildiği üzere peygamberlerin bir kısmı fecî şekilde katledilmiştir… (Bakara 2/61, 91; Âl-i İmrân 3/21, 112, 181; Nisâ 4/155) Yani “kişi peygamber olarak ortaya çıktığında, kayıtsız-şartsız ilahi yardıma mazhar olacak” diye bir ilahi garanti bulunmamaktadır. Peygamber’in başarısı, izlediği stratejinin realite ile uyum nispetine bağlıymış gibi gözükmektedir.
Cehenneme giden toplumlarını ıslah etmek üzere ba’sedilerek harekete geçirilen peygamberlerin karşısına hemen daima güç ve nüfuz sahipleri (mele’-mutref) çıkmıştır. Hak ile insanlar arasında set oluşturan bu güç odaklarını bertaraf edebilmek hiç de kolay değildir. Allah her şeye ‘kādir’dir şüphesiz, ama aynı zamanda ‘hakîm’ olduğundan, peygamberlerin de O’nun gibi acele etmeyip teenni ile hareket etmeleri; başarı ne ile gerçekleşiyorsa onu mutlaka gerçekleştirmeleri (esbâba tevessül etmeleri), sözgelimi bu mücadelede kendisine yardım edecek kâfi miktarda imanlı ve yürekli insan bulmaları gerekmektedir.
“Gerçek şu ki Biz elçilerimizi apaçık delillerle gönderdik; kitap ve ölçü prensibini onların beraberinde indirdik ki, insanlar da adaletle hareket etsinler. Ayrıca, insanlara birçok faydaları bulunan şu, müthiş sertlikteki demiri keşfettirdik; böylece Allah, –görmedikleri halde– kendisine ve elçilerine (demirden mâmül savaş teçhîzâtı ile) kimlerin yardım ettiğini görecekti. Allah, mutlak bir güç ve izzete sahiptir.” (Hadîd 57/25)
Ayrıca, bu insanlar aynı tip olmayacaktır. Peygamberin etrafında Hz. Hatice gibi akıllı ve fedakâr bir eş; Hz. Ali gibi her şart ve durumda canını liderinin uğrunda verebilecek fedailer; Hz. Ebu Bekr gibi her şart ve durumda liderini onaylayabilecek sıddıklar; Hz. Osman gibi her şart ve durumda liderini finanse edebilecek zenginler; Hz. Ömer gibi özgürce düşünüp görüşlerini liderine rahatça iletebilecek ileri görüşlü dostlar; Sad b. Mu’āz gibi “Sen emret; atlarımızı gözü kapalı denize süreriz!” diyebilecek ‘ensarî’ler olmalıdır… Hâsılı; “Allah kendisine yardım edene yardım etmekte” (Hac 22/40; Muhammed 47/7); bu ‘yardım’ı O’ndan esirgeyen köle ruhlu, korkak, sefil cimrileri kollarından tutuverip de bizzat başarıya ulaştırmamaktadır (Enfal 8/62-64).