Sevgili çocuklar ve kıymetli gençler,
Size tam da bu gün, 101 yıllık ve tamamı yaşanmış, gerçek bir öykü anlatmak istiyorum. Çok sade ve özet olarak anlatmaya çalışacağım.
Atalarımız Asya’nın derinliklerinde dünyaya gelmişler, ilk olarak oralarda doğmuş, yaşamış ve tarih boyunca pek çok devletler kurarak, genelde hep batıya doğru yani Avrupa’ya doğru ilerleyerek ve yayılarak devam etmişlerdir.
Nerelere kadar ilerlediğini zaten tarih kitaplarından biliyorsunuz veya büyüklerinizden duyuyorsunuzdur. Batıda Viyana’ya kadar, Adriyatik denizi denen yere kadar ilerlemiş olduğumuzu tarih kitapları yazar. Güneyde ise şu anki Cebelitarık boğazının güneyinde kalan bütün kuzey Afrika kıyıları ve kutsal topraklar olarak kabul ettiğimiz Mekke-Medine dahil tüm Arap yarımadası ve hatta yolu yokuştur diye türküler söylediğimiz Yemen dahil, Mısır dahil bütün Kızıldeniz kıyıları bir aralar hep Vatanımız olmuş topraklardır.
Tabii ki bu kadar uzun yıllar boyunca tamamı bizim atalarımız olan büyüklerimiz arasında zaman zaman kardeş kavgaları, toprak kavgaları gibi ayrışmalar da yaşanmıştır. Bu konuyu kısaca özetlemek gerekirse şöyle toparlayayım. Şu an Türkiye Devleti Cumhurbaşkanlığını temsil eden ve ortasında sarı renkli kocaman 16 köşeli bir yıldız ve etrafında da 16 tane yıldız olan fors var ya, işte tam da bu söylediklerimin özetidir. Ortadaki büyük sarı yıldız halen üstünde yaşadığımız Türkiye Cumhuriyetini ve diğer 16 sarı yıldız ise ilk Türk devletinden beri kurulan en güçlü ve en büyük, ancak artık var olmayan, tarihte kalan 16 Büyük Türk Devletini temsil etmektedir.
Siz gençler ellerinizden imkanlar ile internet denen ücretsiz bilgi havuzuna girip bu devletlerin adlarını ve bayraklarını bulabilirsiniz. Hatta azıcık özetle kuruluş ve yokoluş tarihlerine de bakarsanız, hemen hepsinin birbiri ile savaşarak birbirlerini yok ettiklerini de üzülerek görebilirsiniz. Tabii ki bu durumun sebebini büyüklerinize sorduğunuz zaman size yaklaşık olarak şöyle diyeceklerdir “coğrafyamızın bize bahşettiği topraklar çok kıymetli ve bereketli olduğu için, komşu ülkeler de bizi birbirimize düşürme konusunda oldukça yetenekli oldukları için ve bizler de tarih okumaktan pek hoşlanmadığımız için maalesef bu sonuç gerçekleşmiştir çocuklar!” Yani maalesef bu durum aynen böyledir ve doğrudur diyeceklerdir.
Dönelim biraz başa ve 16’ncı yani sondan bir önceki Türk Devletimize. Hatta İmparatorluk olarak adlandırılan, yani bir kaç kıtaya yayılmış olan bu büyük devletimize ne oldu?
İşte bu büyük devletimizin toprakları büyüdükçe, genişledikçe, daha çok sayıda vatandaşı bir arada ve mutlu bir şekilde yaşatabilmek için daha fazla ulaşım, iletişim masrafı, daha fazla güvenlik, teknoloji ve tecrübe ihtiyacı kendini hissettirmeye başlamış. Bu arada Dünya nüfusu da sürekli arttıkça, teknoloji artıp silahlar güçlenmeye ve çeşitlenmeye başladıkça, diğer devletlerin de o dönem bize ait olan geniş ve verimli topraklarda doğal olarak gözleri kalmaya başlamış. Ancak sanırım onlar tarih okuma konusunda ve Türklerin güçlü ve zayıf yönlerini bilerek planlar yapma konusunda o dönem bizden biraz daha ileriymişler.
Böylelikle Osmanlı Devletimizi önce çeşitli cephelerde savaştırıp yorarak, bu arada çeşitli şekillerde ve yüksek faizlerle borçlandırarak ve daha sonra da alacaklarını tahsil için özel şirketler kurup kendi topraklarımızda bunu almaya başlayarak bizleri iyice zor durumlara sokmuşlar.
En sonunda adı önemli değil ama bizden alacaklı olduğunu düşünen devletler birleşerek İstanbul’u fiilen ve İzmir’i de resmen işgal etmişler. Sene 1918!
O dönem henüz Avrupa ülkelerinde bile CUMHURŞYET yokmuş. Yani çoğu ülke kral, kraliçe, padişah, sultan veya şah denen ve doğuştan babalarından miras yoluyla yetkili sayılan, çoğu da erkek olan kişiler tarafından yönetiliyormuş ki buna MUTLAKİYET diyoruz.
O dönme için daha medeni sayılan bazı ülkelerde bu Devlet Yöneticilerine bağlı olarak çalışan hükümetler, yani Başbakan ve bakanlar kurulu da varmış ki buna da MONARŞİ diyoruz. CUMHURİYET’in ne olduğunu ise sizlere burada anlatmayacağım ama yek cümle ile MUTLAKİYET ve MONARŞİNİN olmaması şeklinde bile ifade edilebilir.
Doğal olarak o dönemki padişahımızın da bu işgal durumu hiç hoşuna gitmemiş olmalı. Doğal olarak işgalden kurtulmak için işgalcilere karşı bir direniş başlama konusunda farklı farklı yöntemler aranmak zorunda kalınmış.
Ancak tabii ki, o dönem başkent olan İstanbul işgal altında olunca, İstanbul’da yabancı ülkelerin askerleri devriye gezmeye başlayınca ve hatta o zamanki Başbakanlık binamız olan şimdiki İstanbul Valiliğine 200m mesafedeki Ayasofya’da bile artık özgürce inançlarımıza uygun yaşayamamak gibi sorunlar da başlayınca, kısa bir süre içerisinde ve uygun bir yöntem ile işgale karşı bir direniş başlatma gerekliliği de kaçınılmaz olmuş.
Pek çok vatansever ne olacak bu Osmanlı Devletinin hali diye kafa yormaya başlamışlar. Kimi vatanseverler çeşitli direniş dernekleri kurmaya başlamış ve fakat adları ve detayları çok da önemli değil. Kimi vatandaşlarımız ise işgalcilerin daha bir kıymetli görüldüğü bazı derneklere kayıtlarını yaptırmışlar. Yani herkes kendi inancına, kendi tecrübesine ve kendi beklentilerine uygun çözüm yollarını önermeye başlamış.
Bu çözüm yolu önericileri arasında bir kişi daha varmış ki, diğerleri arasında biraz daha ön plana çıkıyormuş. Üstelik o devirde memleketimiz işgal altında iken, orduların çoğu terhis edilmiş, bütün tersanelerine el konmuş ve vaziyet de pek parlak değil iken, görevde bir Osmanlı Paşası olarak, Çanakkale Cephesinde, yani daha önce işgale gelenlere karşı ilk kez destanın yazıldığı bölgedeki kahramanlar arasında en tanınmış kumandan olarak diğerlerine göre biraz daha avantajlı konumda imiş.
Buradan sonrasını anlatmak çok kolay. Çünkü BANDIRMA Vapuru ile İstanbul’dan hareket edip SAMSUN’a nasıl gittiği hakkında pek çok kitap var. Hatta kitap okumaktan sıkılanlar için internet ortamında sadece dinleyerek kitap okurmuş gibi bilgi sahibi olabileceğiniz sesli kitaplar mevcut.
Ama benim 23 Nisan günü Türk çocuklarına ve gençlerine tavsiyem tabii ki OKUMAK olur ki yaygın inancımıza göre de okumamız önemlidir. Çünkü Yaradanın biz insanlara ilk emridir okumak.
Şimdi gelelim hangi kitabı okumalıyız sorusuna ??? Tabii ki cevabı çok çok basit. NUTUK ya da SÖYLEV olarak adlandırılan bir kitaptan başlamalısınız.
İnanmayacaksınız ama bu kitabın yazarı da çok tanıdık birisi. 23 Nisan 1920’de kurulan ilk Meclisimizin ilk Başkanı. daha sonra meclisimizin verdiği yetki ile Kurtuluş Savaşı boyunca Başkomutanımız olan ve sonrasında Cumhuriyetimizin kurucusu ve aynı zamanda ilk Cumhurbaşkanımız da olan Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK NUTUK kitabının bizzat yazarıdır.
Biraz kalınca bir kitap bu NUTUK, ama siz bunu baştan yazacak değilsiniz ki, sadece okuyacaksınız. Hem de defalarca. Çünkü bir tek okuyuşta kitabın ruhunu anlamak, benim yaşımda biri için bile çok mümkün değil. Çünkü oldukça fazla tarih bilgisi gerektiriyor. Ama okudukça zaten o bilgiyi alıyorsunuz da..
Üstelik bu kitabı okudukça altını çizmek ve bazen ara verip bir iki bilgiyi de araştırmak gerekiyor, ama daha sağlıklı oluyor böyle olunca da.
Size bir bilgi daha açıklayıcı vereyim bu kitap hakkında. Atatürk bu kitabı bizzat kendisi 23 nisanda kurulan o ilk Meclis binasında 6 gün ve günde 6 saat süre ile okuyarak, 36 saatte hem tüm milletvekillerine bilgi ve hem de hesap vermiştir. Yani biz Atatürk kadar hızlı okumasak ve örneğin 60 saatte okusak, günde bir saatten iki ayda biter. Hele pandemi şartlarında günde iki saat ne ki derseniz daha da iyi olur.
Bence bu işi yarına bırakmadan bu akşam bir NUTUK bulup, sadece kitabı şöyle bir inceleyerek işe koyulun. Kitabın en sonunda size Atatürk’ün vasiyet gibi bir hitabını da bulacaksınız ki zaten hepiniz çok yakından biliyorsunuz. GENÇLİĞE HİTABE!
İşte Cumhuriyete giden yolda, Egemenliğin sadece millete ait olduğunu söyleyen Atatürk’ümüzün önderliğinde kurulan Millet Meclisimizin açıldığı bu günün ve geleceğin teminatı olarak gördüğü siz çocuklarımıza armağan ettiği Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızın 101 yıllık yaşanmış öyküsü bu şekilde gençler.
Başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk, tüm bu başarıları, ona inanan ve destek veren Silah Arkadaşları ve elindeki tüm insan gücü ile şahsi ve milli kaynaklarını cephelere kadar bizzat taşıyan ve kendi ordusuna destek veren, erkek ve kadın bütün kahramanlarımız, yani Türk Milleti sayesinde gerçekleştirmiştir. Özet budur.
Bayramımız kutlu olsun.
Ümit YILMAZ
Kandıralı bir hemşehriniz