İsmail SARICA
TRT2’de Âşık Mahzunî Şerifi Anma Gecesi vardı. Torunu, Sabahat Akkiraz, Erdal Erzincan, ’İşte Gidiyorum Çeşmisiyahım’ı da söyleyen Edip Akbayram, oğlu Ali Mahzunî ve Moğollarla güzel bir programdı.
Sivas’ta, Madımak Oteli’nde eşiyle birlikte canına kıyılanlardan, yine ünlü âşıklardan Muhlis Akarsu için Kocaeli’de yazmıştım.
Muhlis, Karargâh ve Destek Bölüğünde çavuştu! “Teğmenim” derdi, “Benim adım Muhlis, soyadım Akarsu. Arkadaşın adı Şerif soyadı Çırık’tır. Mahzunî Şerif Çırık…” Mahzunî’de bir tebessüm… O kadar.
Zaten ne türkülerini söylerken, ne söyleşilerimiz sırasında, şöyle bir güldüğünü görmedim. Olsa olsa mahzun bir gülümseme.
Mahzunî ile bir akşam saatlerce konuştuk. Klasik müziğimizde çok değerli yapıtlar olduğunu, ancak Çağdaş Türk Müziğinin halk ezgilerinden giderek gelişebileceğini, bunu; Mahzunî’nin yöresinde de incelemeler yapmış Bella Bartok’un belirttiğini, Rönesans’ın, reformların insanlığın önünü aydınlattığını, fizik biliminin, ses fiziğinin müzikte atılımlar doğurduğunu, bu atılımların yapıldığı dönemlerde pek çok ülke müzisyenlerinin, halklarının ezgilerinden esinlenerek büyük yapıtlar ürettiklerini anlattım. Sanırım çok bilgi sattım (!)
Yemek sırasında bana bir fotoğrafını imzaladı. Ankara’da Foto Yener’de çekilmiş, ayakta, iki eli sazının üstünde çapraz ve başı ellerinin üstünde… Siyah beyaz fotoğrafın arkasına şöyle yazmış.
Yaprak yaprak ağla ağaç
Kim istemezdi?
Memleketin mavi sularında
Beyaz martı olmayı.
Kim istemezdi?
Mosmor dağlarında
Göm gök bulut.
Günün birinde
İstemediğim topraklarda ben
Mezar olursam
Unutma emi?
İsmail Dost.
* * *
Gaziantep’e yolum düştüğünde bu sohbeti yaptığımız lokantayı görür, biraz da rahatsızlık duyarım. Gereksiz bir akıl verme olmuştur gibi gelir. Oysa Muhlis kendisinin bulunamadığı o söyleşiyi Mahzunî’den dinlemişti. Ve söyleşiyi sürdürelim isterdi. Mahzunî’den selam getirir, selam götürürdü.
Ne uzaktır şu Maraşa / Eyvah köyüm dertli köyüm
Yol bitmiyor aşa aşa / Eyvah köyüm dertli köyüm
Sokakları tezek dolu / Gözlerine gider külü
Ne parkı var ne de yolu / Eyvah köyüm dertli köyüm
Gaziantep’in belirli yerlerinde afişleri bulunur, plakçılardan sesi yükselirdi. Gerçi halk şiirinin Karacaoğlan’la doruğa ulaşıp Âşık Veysel’le bu şiirin ve âşıklık geleneğinin son bulduğunu söyleyenler vardır. Peki, Mahzunî’nin, Muhlisin yaptıkları neydi?
Onlar da köklerden kopmadan, içten geldiği gibi, doğaçlama, notasız öğretmensiz, Allah vergisi bir yeteneği sergiliyorlardı. Öğretmenleri yoktu ama ustaları vardı.
Hasan Beydili’den, Mahzunî ve Muhlis’ten çok ustaların türkülerini dinledik.
* * *
Şerif, soylu, temiz, onurlu anlamındadır. Mahzunî’yi sanırım sonradan yasal soyadı olarak da aldı.
Yıllar sonra Dikmen’deki derneklerine geldiğini, o yörede oturduğunu yakınından öğrenmiştim. Yine selâm göndermeler… Buluşamadık. Mersin’e taşınmıştı sonra.
Deniz Baykal Mahzunî için “Aydınlığın Anadolu”daki meşalesi demişti.
Dostları onun için “Türkü söylemekten çok türkü olmuş bir insandı. Halk çocuğu olarak doğdu, halk çocuğu olarak öldü” dediler.
İlk türkülerinden biri olan “Yuh yuh” adlı parçayı oğlu Ali Mahzunî söyledi. Hakkın kullarını yıkanlara, soyup kaçanlara, nefsine uyanlara, hile yapanlara, o Gaziantep günlerinde de yuh çekerdi.
* * *
Ataları Tunceli Hozat’tan Kahramanmaraş’a gelip Afşin Ovası’ndaki Perçenek Köyü’ne yerleşmişti.
Bercenekten geldim yaya / Aman doktor bak bebeğe
Beşiğini elden aldım / Aman doktor bak bebeğe
Kuru soğan yağsız aşım / Yırtık bağrım açık başım
Bir şey değil vatandaşım / Aman doktor bak bebeğe
diyerek, Köyü’nden Türkiye’ye uzandı.
Sözü ve müziği kendinin olan türküleriyle 1967-1968 arası Mahzunî, toplumsal yanı ağır basan 45’likler yaptı. 12 Eylülden sonra suskun kaldı. Kötü günler yaşadı. Hüznü daha da artmıştı. Lirizm şiirlilerine daha çok sindi.
Âşık Veysel, Kendisini ziyaret ettiğinde, “Dostlar bu gelen Pir Sultan olmalı” demiş. Belki şu türküsünü de söylemiştir Veysel’e.
Mevla’m gör diyerek iki göz vermiş.
Bilmem ağlasam mı, ağlamasam mı?
Dura dura bir sel oldum erenler
Bilmem çağlasam mı çağlamasam mı?
Yoksulun sırtından doyan doyana
Bunu gören yürek nasıl dayana
Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana
Bilmem söylesem mi, söylemesem mi?
Mahzunî Şerifim dindir acımı
Bazı acılardan al ilacını
Pir Sultan gibi darağacını
Bilmem boylasam mı boylamasam mı?
Yıllar önce, şair Hasan Hüseyin Korkmazgil, bir güzelleme yapmıştı. Şöyle demişti: “…Anadolu otobüslerinde sen, kahvelerde sen, köylerde sen, plakçı dükkânlarında sen. Gazetenin gitmediği yerde sen varsın. Orman kaynakları gibi gürsün Mahzunî; çağıl çağılsın! Seni dinlerken bitip tükenmeyecek bir kaynağın başındaymışım gibi geliyor bana. Sesin öyle bereketli, sazın öyle zengin, sözün öyle halk! Koru sağlığını, koru sesini, koru sazını, koru sözünü! Benim sana diyebileceğim yalnızca budur! Koru kendini ve durmadan ak! Umutlar yükle sazına, öfkeler yükle, yakınmalar yükle, özlemler yükle, gurbetler yükle, aşklar yükle, nesi varsa halkının, onları yükle ve durmadan büyüyerek ak Mahzunî. Sen bu toprakların su katılmamış çocuğusun! Sen bu toprakların kendisisin!”